28 Şubat 2010 Pazar

Kedili gece


Vakitsiz uyumuş kedi: Gece boyu
bitmez bir enerjiyle koşturdu eşyadan
eşyaya. Kâh peşinde bir çakmağın, çalıntı
bir paranın ensesinde kâh. Pusu kurdu,
ağ attı, olta sarkıttı bilmediğimiz alemlere,
bir büyük ciddiyetle. Benimse bölük pörçük uykum,
dilimde çoban ıslıklarıyla gezdim bizim köyleri,
sabaha kadar. Ne zaman bir güzel görsem, sarı,
ince ayak bilekleri, tam yanına varacakken
bir kedi fırlayarak bölüyordu düşümü. Artık
bul bulabilirsen aynı kızı, varabilirsen var
yanına, düşle gerçeğin mundar olmuş tarlasında,
bilinci yenebilirsen yen. Burnumda tütüyordu
köylerimin kokusu, geceyse soğuktu, kediyle
ikimize dar gelecek kadar. Kalktım
tuttum ensesinden, bekledim. Oysa miyavlamadan,
öyle baktı yüzüme. Anladım ki yaşlıydım:
İçimde kedi gibi kıvrılıyordu gece.

Aralık 2009, Filibe

27 Şubat 2010 Cumartesi

Merhamet ve doğumgünü


Adına “Güneş” dediğimiz, orta halli yıldızın etrafındaki otuz sekizinci turuma Vatikan’da, Michelangelo’nun “Merhamet” heykeline bakarak başladım.

San Pietro’nun kubbesi, Selimiye Camii’ndekiyle benzer bir etki yapıyor. Bir ses diyor ki: “Burada dua edersen, seni duyabilir. Yoksa biz sen olmadan da pekâlâ idare ediyoruz. Ama dua, hayrına olur.”

Ben otuz sekizinci yaşıma girmekle meşgulken, güneşli bir gün yaşıyordu Roma. Yerlilerin çoktan kanıksadığı, bahardan kalma bir Şubat. Doğduğum saatte Eskişehir’deki kar fırtınasını anlatan annemi hatırladığımda daha da billurlaşan, Akdenizli bir gün. Panathinaikos’la oynanacak rövanş, Romalıların gözünde doğumgünümden açık ara daha önemli.

Biz Michelangelo’nun heykeline bakarken turistler o alışkın olduğumuz fotoğraf çekme ayinindeydi. Heykelin karşısındaki sayılı dakikalarını dijital tutkularla geçiren insanoğlunun çektiği fotoğraflara eve döndükten sonra kaç kez baktığını düşündüm, flaşlar arasında. Yolculukta yanıma fotoğraf makinesi almamayı tercih ediyorum: Zamanımı bir klasörün derinliklerinde unutulacak resimlere değil, gördüklerime ayırmak daha anlamlı.

Orijinal adıyla “La Pieta”dan neden etkilendiğimi çok düşünmüşümdür. Sanırım ilk neden, mermerdeki figürlerin mesihle kutsal annesinden çok acılı bir anneyle oğlunu çağrıştırması. Çarmıhtan henüz indirilmiş, ölümün eşiğindeki oğluna bakan anne, dini bir motifin ulaşabileceği en beşeri konumu simgeliyor ve teolojik tartışmaları bir an için unutarak baktığımızda, dramın insaniliği sarsıyor bizi.

Eksik kalan ulviyet duygusunu da Michelangelo’nun dehası tamamlıyor tabii. Meryem Ana'nın yüzünde, oğlunun nereye gittiğini bilmenin tevekkülü var. İhtişamla tevazunun bu alışılmadık bileşimi, küçük ve önemsiz olduğunuzu hissettiriyor: Gayrı ben küçüğüm, kaygılarım, umutlarım önemsiz. İçimi kavuran dertlerin ve yaşama sevincimin “şu durmadan kurulup dağılan alemdeki” önemi, en fazla zerre.

Meryem Ana’dan oğluna akan merhamet, insanın kendi beyhudeliğine acımasına, bir adım sonrasında da güçlü bir özgürlük duygusuna kapı aralıyor. San Pietro'nun kubbesi başınızın üzerinde, Selimiye misali yükseliyor: Otuz sekiz yaşındasınız ve küçüksünüz, çok şükür.

21 Şubat 2010 Pazar

Kuşlara bakmak zordur


“Başka bir hayat seçin bana gökyüzünde” der, şiirimizin derin dağlarından Enis Batur: “Sizi gördüm, neymiş eksiğim, anladım.”

Gerçekten de zordur kuşlara bakmak: Her baktığımızda bizde neyin eksik olduğunu, neye asla sahip olamayacağımızı anlarız: Kanatlara. Baktıkça toprak daha güçlü çekmeye başlar bizi. Hantal kollarımız daha ağır, bacaklarımız gittikçe daha işe yaramaz gelir.

İşin kötüsü, şairin istediği o “gökyüzündeki başka hayat” da imkânsızlığın ta kendisidir. Uçamayanlara yer yoktur maviliklerde, ömürleri çelikten kuşların içinde geçse bile.

Yaş ilerleyip hayatımı kuşatan ilişkiler ağı genişledikçe daha çok binmeye başladım uçağa. Üstelik her bindiğimde aynı sancıyı yaşadım: Çıkamazdım o dar kafesten, yoktu ki kanatlarım.

İnsanın düşünde kendisini uçarken görmesi, ergenlikte çokça rastlanan bir şeydir, malum. Bunun cinsel dürtülere yaslandığı da ruhbiliminin genel kabulü. Cinsel arzularla uçma düşleri arasındaki bu ilişki her zaman büyüleyici gelmiştir bana. Boşalım anında yaşanan o mecazi uçuş duygusundan dolayı değil yalnızca; düşlerimiz ergenliğin nasıl başeğmez bir doğaya sahip olduğunu da gösterir: Kanatları olmadığını, hiçbir zaman da olamayacağını henüz kabul etmemiş kişilerdir ergenler.

Sonra hayat gelir, yaşamanın kısıtları omuzlarımıza çöker ve kırar kolumuzu kanadımızı. Öğrencisinden yakınırken “aklı havalarda” der öğretmen, babamız bizi “ayağın yere bassın!” diye kalaylar, hayallerimizden bahsettiğimizde alaycı bir tebessümle şöyle der patronumuz: “Amma da uçtun şimdi...”

Vaktiyle bizi uçurmuş düşler de sessiz sedasız yitip giderler bu arada, her şeye rağmen ve arada bir uçvermek üzere.

Yaşı kemale erip de hâlâ uçma hayalleri kuranlara toplum iyi gözle bakmaz pek. Hele bu düşleri gerçekleştirmeye çalışıyorsa, kara koyun olmaya bir adım daha yaklaşır. Ona baktıkça bizde neyin eksik olduğunu hatırlamaktayızdır çünkü, tıpkı onun aynı şeyi kuşlara bakarak hissettiği gibi.

Gerçi onlar da bazen düz yolda tökezler ve haklı çıkarırlar bizi: Görünmez kanatları ayaklarına mı dolanıyordur ne?

Bu yüzden, belki de küçük, mütevazı bir söz düşmek gerekir başta kalkıştığım büyük lokmanın yanına: Kuşlara bakmak zordur, evet. Ama daha zoru varsa o da gözlerini kuşlardan alamayan birine bakmaktır.

18 Şubat 2010 Perşembe

Düzeyli ilişki: Jacqueline du Pré ve ben (kurgusal bir metin).


-Yekta Kopan’a...

Jacqueline ve ben, sakin bir hayatı seçtik: Akşamları o çellosunu çalıyor, ben romanıma çalışıyorum. Kendisi, hayatımda gördüğüm en uyumlu hayat arkadaşı.

Müzisyenlerin vecizesi: “Bir gün çalışmazsam ben anlarım, iki gün çalışmazsam maestro, üç gün çalışmazsam dinleyici anlar”. Canıma minnet doğrusu; öteden beri en sevdiğim çalgı çello olagelmiştir. Bir de onu Jacqueline’in büyülü parmaklarından dinlemek insanı esine boğuyor.

Evdeki çalışmamız süreç içine ilginç koşutluklar göstermeye başladı: O Ludwig’in “Arşidük Üçlüsü”nü çalarken ben diyalogları yazıyorum mesela. Elgar yorumlamaya başladığındaysa metnin ana gövdesine yoğunlaşıyorum. Sıra Schubert’in “Alabalık Beşlisi”ne geldiğinde, hiçbir şey yapmadan, müziği dinliyorum yalnızca.

Bu arada, Jacqueline’i romanımın kahramanlarından birine dönüştürmeye karar verdim. Nasıl yapacağımı henüz bilmiyorum ama anlatının odak noktasında, kilit rol oynayacağı besbelli.

Bu sabah apartmandan çıkarken, karşı komşuya biraz da mahçup bir şekilde “kusura bakmayın lütfen” dedim: “Çello, akustik nedenlerle sesi çok çıkan bir enstrüman. İnşallah rahatsız etmiyoruzdur.” Yüzüme tuhaf bir ifadeyle bakakaldı kadıncağız. Sanırım Jacqueline gibi bir ustanın müziğinden rahatsız olabileceğini söyleyerek, istemeden onu küçümser gözükmüştüm.

İnsanoğlu böyle işte; ne kadar dikkat etsek de zaman zaman düşüyoruz kibir tuzağına. Durumu düzeltmek için akşam Jacqueline ile beraber, oturmaya beklediğimizi söyleyecek oldum, yarım ağızla bir şeyler geveledikten sonra hızlı hızlı yürüyerek uzaklaştı gitti komşu. Kırılmıştı belli ki.

Jacqueline ile yaşamanın tek zorluğu, toplum içinde dikkat çekmek. Onun müzik tarihindeki yerinden dolayı değil yalnızca; sarışın bir kadınla arkadaşlık etmenin Ortadoğu’da hangi zorlukları çağırdığını da anlamış oldum. Yine de sesimi çıkarmadım ama; Jacqueline’in şark usûlü süfliliklerden rahatsız olmasını istemiyorum.

Konuyu kızkardeşime açtığımda yüzüme üzülerek baktı ve ilaçlarımı alıp almadığımı sordu. “Ne ilgisi var şimdi ilaçlarla?” diyecek oldum, ağlamaya başladı. Kadın işte; her şeyi abartmasa olmaz.

Bir geceyi daha aynı çatı altında, Jacqueline ile beraber, çalışarak geçirdik işte. Jacqueline ezan sesinde tatlı bir hüzün bulduğunu söyler hep. Özellikle de sabah ezanında... Bense yıllardır yanılmış olduğumu düşünerek şaşırıyorum: Bir başkasıyla aynı evde yaşamak mümkünmüş meğer.

7 Şubat 2010 Pazar

Melâli anlayanlar için Salingernâme


Yaşlı ve yalnız bir çocuk öldü geçenlerde. Dünyanın hem en yaşlı hem de en yalnız çocuğuydu. Her gerçek çocuk gibi, dünyaya karşı korku ve kızgınlık içindeydi.

Kimselere rastlamadan yaşadı gitti Jarome David Salinger: New Hampshire’daki evinde hayata veda ettiğinde 91 yaşındaydı. Hayatının son 40 yılını, 1951 yılında basılan “Gönülçelen” romanıyla kavuştuğu şöhretten sakınarak yaşadığı, küçük Cornish kasabasında geçirmişti.

Yaşlansa da içindeki ergenden bir türlü kurtulamayan huzursuzların romanıydı “Gönülçelen”. Dünya edebiyatındaki “gençlik” tahayyülünü sonsuza kadar değiştirdi, sonraki yazarlar üzerinde derin etki bırakarak.

Bu satırların yazarı da, onun ölümünden sonra kendi ilk romanını yıllardır ilk defa, baştan sona okudu ve sayfalara sinmiş Salinger etkisini bir kez daha hissetti.

Bu da bir itiraf yazısı olarak okunabilir aslında: Evet, “Git Kendini Çok Sevdirmeden”, Salinger etkisiyle yazılmış bir huzursuz romandır.

Romanın baş karakteri Arda, Gönülçelen’deki Holden ile Glass ailesindeki Zooey’in, kafamda bir araya gelip yarattıkları, edebi bir melezdir: Melâli anlamayan bir neslin, hayali kahramanı. Ben bu karışıma Raymond Queneau’nun Zazie’siyle kızkardeşim Banu’nun ilkgençliğini eklemişimdir.

Peki “edebi melez” ne demektir?: Genç yazarlar ilk romanlarını, kendilerini etkilemiş yazarlarla beraber doğururlar. Kendilerine eski yazarlardan bir aile kurarlar. O ailenin içinde bir yere ait ve güvendeymiş gibi hissederler, aileyi bir arada tutan tek şey kendileri olsa da.

Salinger de benim o yaşlarda kendime kurmaya çalıştığım hayali ailenin reisiydi. Hazin geçen ergenliğimin ve pıhtılaşmayan bir yaranın dış dünyadaki karşılığıydı. Öpüp başıma koymuştum, benim için nimetti.

Yıllar geçtikçe ve çakalların etimi yemeye başladığını gördükçe, onun kimselere görünmeden yaşayıp gitme ve zamanı gelince ölme isteğine daha da saygı duydum.

Evet, yaşlı ve yalnız bir çocuk, istediği gibi yaşadıktan sonra, arzu ettiği gibi öldü geçenlerde.

Büyük bir edebiyat saygısını içeriyordu bu karar ve Salinger’in düşer gibi olduğu tuzaktan kurtulup kendisine piranhaların uzağında bir hayat kurmayı başarması, hayranlık vericiydi.

Bense bu yazıyı yazabilmek için kendi ilk romanımı bir kez daha okumayı bekledim. İçinde “Erdoğan” ya da “darbe” sözcükleri geçmeyen bu yazıyı kaç kişi okur, okuyanların da kaçı ilgilenir bilmem. Bilmek de istemem. Melâli anlamayanlara âşina olmamak, bizim işin raconudur ne de olsa.