30 Nisan 2010 Cuma
Taksim hazırlığı
Cumhuriyet, 28 Nisan 2010
Gönül Kement kim? Rasim Elmas’ın kızı...
Rasim Elmas kim peki? 1 Mayıs 1977’de Taksim’de katledilen onca insandan biri, sinema emekçisi.
Rasim Elmas’ın adı hiçbir zaman sokaklara verilmeyecek, yüzü ekranda görülmeyecek... Birgün’den Zeynep Kuray’ın röportajı olmasa, haberimiz bile olmayacaktı.
Şimdiyse karşımızda eski bir fotoğraf ve buruk bir acı: “Sanki gerçekten bir savaş olmuştu” diyor Gönül Hanım, o günün akşamı babasını aramak için gittiği Taksim’i anlatırken: “Her yer su ve kandı. İç çamaşırları, atletler, ceketler, ayakkabılar, çoraplar her yere saçılmıştı. Alanda bir vahşet yaşandığı belliydi. Ağzım açık kaldı ve çok korktum.”
Bu acı hatıralardan otuz üç yıl ve siz bu satırları okuduktan üç gün sonra, Taksim Meydanı ilk kez yeniden 1 Mayıs törenlerine açılacak. Sendikalar ve sivil toplum örgütleri, bu anlamlı güne hazırlanıyor.
Gönül Hanım, fotoğrafçıya parmağıyla Kazancı Yokuşu’ndaki o malum noktayı gösteriyor: “Her zaman rahmetle ve saygıyla andığım babam bize bir gelecek hazırlayamamıştı çünkü öldüğünde sadece 42 yaşındaydı”.
Onun acılarını bugün kim hatırlıyor?
***
33 yılda hem Dünya hem de Türkiye öyle bir değişti, her şey o kadar savruldu ki, insanın ağzı açık kalıyor.
Birkaç yıl önce, imza günü için gittiğim Antalya’da sohbet ettiğim liseli gençlerin “Batı Almanya” diye bir şeyden habersiz olduğunu fark edip şaşırmıştım. Sovyetler Birliği de en fazla Prusya gibi bir şeydi onlar için: Ancak öğretmen zoruyla baktıkları tarih kitabından bir sayfa...
İyi niyetli bir oyuncu kardeşimin “12 Eylül çok kötü olmuş, hele o zaman Deniz Gezmiş’lerin asılması falan...” dediğini de dün gibi hatırlıyorum.
Böyle şeylerle ne her karşılaştığımda anlıyorum ki, gündelik hayatımızda fark etmesek de tozu dumana katarak geçiyor zaman. Hafıza zayıflıyor, malum sandığımız şeyler bilinmez hale gelebiliyor. Buna tarihin en “başarılı” askeri darbelerinden 12 Eylül’ün etkisini, küresel teknoloji ve iletişimde yaşanan sıçramaları da eklersek, aradan geçen 33 yılın, mesela rahmetli babamın doğduğu 1947 ile 1980 arasındaki 33 yıldan kat kat uzun olduğunu fark edebiliriz.
Taksim, işte bu “ahval ve şeraitte” 1 Mayıs’a hazırlanıyor.
Meydan aynı meydan değil kuşkusuz. Kutlamalara katılacak insanların çoğu aynı insanlar değil. Ama aynı haklı talepler ve insanca dünya hasretiyle gidecekler, vaktiyle Gönül Hanım’dan babasını almış meydana. Artık her şeyin yalana dönüştüğü şu gösteri dünyasında gerçeğe bir kapı açabilmek için. Üzerlerinde aynı gökyüzüyle.
Çocuklar korkunç Allahım
Cumhuriyet, 30 Nisan 2010
“Çocuklar korkunç Allahım” demiş Fazıl Hüsnü Dağlarca: “Elleri, yüzleri, saçları / Uyurlar bütün gece / Yok sana ihtiyaçları”.
Dağlarca şimdi Pervari’de yaşananları görse Allah bilir ne derdi. 13-14 yaşındaki çocukların ruhen bu kadar hastalanmasına yol açan nedir?
Acaba haklı mıydı “Sineklerin Tanrısı” yazarı Golding: Çocuklar şiddet potansiyeliyle doğan varlıklar mıdır? Öyleyse bunu açığa çıkaran kültürü adlandırmak için “feodalizm” sözcüğü yeter mi? Yoksa yeni bir terminoloji mi icat etmek zorundayız?
Öyle bir kültür ki, çocuk yaştaki kızları diri diri toprağa gömülmeye ya da intihara zorlayabilir. Bu kültürde genç kadınlar, gönüllerindeki erkeğe vardıkları için, yine çocuk yaştaki öz kardeşleri tarafından, soğukkanlılıkla öldürülebilir. Bu kültürde kadınlar kadın, erkekler de erkek olamaz ki çocuklar çocuk olabilsin.
***
Acı ama gerçek: Toplum olarak 13-14 yaşında ve pek de iyi eğitilmemiş bir oğlan çocuğu gibiyiz.
En sevdiğimiz film Recep İvedik, çünkü Şahan’ın filminde kendimizi buluyoruz: O “namütenahi” oğlan çocuğunu yani.Başbakanımızın uluslararası zirvelerde yaptığı fevriliklerle gurur duyup “van minüt” diye tişört giyiyoruz, aynı çocuksu heyecanlarla.
Cinsel hayatı sağlıklı olanların beyinlerinin yüzde onu cinselliğe çalışır ya, bizim beynimizin yüzde doksanı çalışıyor cinselliğe. İnanmazsanız magazin eklerine bakın: Cinselliğini keşfetmiş ama bunu yaşamaya henüz fırsat bulamamış yeni yetmelerin histerik dilini göreceksiniz.
Bir çocukta gördüğümüzde anlayış göstereceğimiz, hatta sevimli bulacağımız bu tür özellikler, yetişkin bedenindeki bir toplumun kişiliği haline gelince insanı korkutuyor.
***
Açılımdan açılıma koşarken “ortak paydamız kalmadı” diye yakınan Kürt ve Türk aydınlarına davetimdir: İşte bize ortak payda. Bir araya gelip uğruna mücadele etmek için evlatlarımızdan iyi neden mi olur?
İşte bize yetişkin bir toplum olduğumuzu gösterip rüştümüzü ispat etmek için bir fırsat: Tenefüste kavga eden ilkokul öğrencileri gibi birbirimizin burnunu kırmaya çalışmayı bırakıp çocuklarımızı kurtaralım.
Ne demiş Dağlarca? “Çocuklar korkunç Allahım / Bebek yaparlar haçları / Aşina değiller hatıramıza / Severken aynı ağaçları.”
Bendeniz de diyorum ki: Çocukların masallardaki gibi masum kalabilmesi için, doğdukları toplumun olgunlaşması şart.
19 Nisan 2010 Pazartesi
Kokura şansı
Japonca'da “Kokura Şansı” diye bir deyim var.
Bizim gariban Kokura, “Şişman Adam” ve "Küçük Çocuk" adlı bombaların 9 Ağustos 1945 sabahındaki ilk hedefi. Ne var ki o sabah bir Ağustos gününden beklenmeyecek kadar bulutludur Kokura göğü. Kokura’lılar yaz ortasında göğü kaplayan bu karanlık bulutlara anlam veremez.
Oysa o bulutlar sayesinde hayatta kalırlar. Çünkü görüş mesafesi iyice düştüğü için bomba atılamaz. Durumu Pentagon’a bildiren uçaklara Kokura’yı bırakıp Nagasaki’ye yönelmeleri söylenir.
Bu acı gerçeği öğrendikleri zaman Kokuralı’ların ne hissetmiş olabileceğini merak ediyor insan. Acaba zil takıp oynamışlar mıdır yoksa içtenlikle yas mı tutmuşlardır komşuları için?
Aslında bulunduğumuz dünyada hayatta kalmak için hepimizin biraz “Kokura Şansı”na ihtiyacı var. Herhalde bu yüzden, başkalarının başına gelen şeylerden dolayı şanslı hissediyoruz hep kendimizi.
Onurlu Kokura'lıların komşularının başına gelene sevindiğini hiç sanmıyorum. Kuşkusuz Almanlar da sevinmezlerdi. Ama bir hissiyatı tek sözcükle kavramsallaştırmayı da ihmal etmemişler: "Schadenfreude". Anlamı: Başkalarının üzüntüsünden duyulan mutluluk.
Kıssadan hisse: Başımızda dolaşan kara bulutlar başımıza gelecek çok daha kötü şeyleri engelliyor da olabilir.
10 Nisan 2010 Cumartesi
Sevgili Jackie-2
Baharın geldiğine bugün Can’la karar verdik. Kabalcı Kitabevi’ne gidiyorduk ve Beşiktaş forması giymiş adamlar yanımızdan koşarak geçti. Sonra meydanda şarkı söylemeye başladılar. Can’a dedim ki “çarşıda büyüdüğüne gore, Beşiktaş taraftarı olman gerek. Galatasaraylılığın ne alemi var?” Ama futbolla hiç ilgisi olmayan Can, Galatasaray konusunda tam bir fanatik. Zaten fanatik dediğin de böyle olur.
Beşiktaşlıları dinlerken montları çıkarmaya karar verdik. İnsan elinde montla, güneş altında dikiliyorsa bahar gelmiş demektir. Çarşıya sapıp kitapçıya kadar, koşar adım gittik. Bir adet çocuk dergisi, oyun kumu ve şekerleme aldık. Bilgisayar oyunu konusunda küçük bir arbede yaşadık, bu da beş dakika kadar küs kalmamıza neden oldu.
Jackie inanmazsın, bugün röportaj sorularını okurken az kalsın zehirleniyordum. “Bu ne hırs?” diye düşündüm: “Arkaları benden sağlam, paraları benden çok, hiçbir zaman binemeyeceğim arabalara binip oturamayacağım evlerde oturuyorlar ama kafayı benimle bozmuşlar yine de. Tuhaf”.
İşin garibi, taaruzları genellikle okuru hedef alıyor. Galiba okur gözündeki güvenilirliğimi zedelemeyi amaçlıyorlar (eminim bunun medya dilinde bir ifadesi vardır). Buradan seslenmek istiyorum: Sakin olunuz. Medya prensi ya da edebiyatın kralı olmak gibi müthiş fikirlerim yok. Oyunun tamamen dışındayım. Oğlumla çarşıda takılabildiğim sürece mutlu bir herifim. Ha, zaten buysa asıl kıskandığınız, orasını bilmem işte.
Böyleyken böyle sevgili Jackie. Belki yazarım yine.
5 Nisan 2010 Pazartesi
Bir baba için şiir
1 Nisan 2010 Perşembe
Sevgili Jackie-1
Yazarlık üzerine bir program için Ankara'dayım. Otelde arkadaşım Alek Popov’un romanının sayfalarını karıştırıyorum. Hakkında Radikal Kitap’a bir eleştiri yazdım. Orada diyorum ki “bir kuşağın edebiyat algısını çekip çeviren evrensel bir ‘zeitgeist’ var. Gençlikleri Reagan’ın, Thatcher’in ya da Kohl’un yönettiği ülkelerde geçmiş yazarların söylediği her şey, Çavuşesku, Evren ya da Jivkov’un yönettiği diyarlarda büyümüş edebiyatçılar tarafından er geç yanıtlanıyor.”
Yaşasaydın, Ocak’tan beri 65 yaşında olacaktın. Yeni yaşını değerli eşin, üstat Daniel Barenboim’la kutlardın herhalde. Belki bir ara İstanbul’a da uğrardınız. Açıkhava Tiyatrosu’nda seni izlemek şahane olurdu. Bize kendi “zeitgeist”ini gösterirdin.
Ne yalan söyleyeyim, senden bahseden filmi henüz seyretmedim. Hem fazla magazin kokuyor hem de aslında gayet iyi bir oyuncu olan Emily Watson’u nedense sen olarak tahayyül edemiyorum. Onun yerine “Arşidük Üçlüsü”nü yeniden dinliyorum. Beethoven’in eserini Murakami’nin romanından sonra aramaya başladım ve bil bakalım kimin albümünde karşıma çıktı?
Selanik güzel geçti, tahminimden daha güzel. Tasarladığım romana o kadar bağlandım ki, bitecek diye başlamaya kıyamıyorum. Galiba araştırma süresi bu yüzden uzadıkça uzuyor. Alek'in romanındaki herif ölü babasına, göbek deliğine küpe takmış Amerikalı kızı gösterip “şu küpeyi görseydin be adam” diyemediği için yanıyor: “şu anda şu koduğumun kutusunda değil, başka bir yerde olabilirdin. Hayat sadece integraller, hipotenüs ve votka değildir.”
Hayat sadece bitmeyen para ve gelecek kaygılarımızın o tüketici döngüsü de değildir, değil mi Jacqueline? Soyu tükenmiş duygusallığımız garip görünse de belki bu yüzden hâlâ seviyoruz müziği ve romanları; başka şeylerin varlığını yüzümüze çarptıkları için.
Bütün yoldaşların selamı var. Yazarım yine.
t.k.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)