24 Ekim 2010 Pazar

Eski bir aşkın kapsama alanı


Lüks bir gece kulübünde yalnız başına kaldığınızda yapabileceğiniz en mantıklı hareketlerden biri, cep telefonunuzdaki mesajları silmektir.

Bu hem sağa sola bakınan yalnız bir sincap olmaktan kurtarır sizi, hem de nasıl olsa yapılması gereken, faydalı bir işlemdir. Üstelik sizi umut vererek süzen bir çift göze rastlayana kadar zaman geçirmenizi de sağlar. Hatta böyle yaparak yalnız olmadığınız, birileriyle irtibat kurduğunuz izlenimi bile yaratabilirsiniz. Cep telefonlarının marifetleri asla küçümsenmemeli.

İsmail de öyle yapıyordu işte. Yavaş yavaş kalabalıklaşan pistin yedi sekiz metre sağındaki barda kendine zararsız bir yer köşe bulmuş, mesajlarını tek tek siliyordu.

Ağustos ayı için bile sıcak, nemli bir geceydi. İnsan her şeyin, hatta yıldızların bile terli olduğu duygusuna kapılıyordu. Oysa burun deliklerine dolan ipince bir parfüm kokusuydu. Şehrin en güzel kadınlarının omuzlarından, boyunlarından ve ayak bileklerinden yükselen, tatlı bir koku.

Birden bir el koluna dokundu. “Merhaba” dedi, cılız bir erkek sesi.

İsmail başını çevirince ufak tefek, zayıf bir adam gördü. Olduğu yerde ileri geri sallanmasından, şimdiden kafayı bulmuş olduğunu anlaşılıyordu. Camları yer yer lekeli gözlükler, kamburlaşmış bir sırt...

“Tanımadın mı?” dedi, acı acı gülümseyerek.

İşte bu acı gülümseyiş, belleğin kapılarını açıverdi İsmail’e; karşısındakinin yıllardır görmediği bir lise arkadaşı olduğunu hatırlayıverdi.

“Nasılsın görüşmeyeli?” dedi İsmail.
“İçiyorum” dedi lise arkadaşı.
“Onu görüyorum.”
“Nedenini sormayacak mısın?”
“Niye sorayım, buraya herkes içmek için gelmiyor mu?”
“Ben çok içiyorum ama.”

İsmail köşeye sıkıştığını hissediyordu. Derin bir nefes aldı ve aslında çok da hevesli olmadığı bir konuşmaya doğru ilk adımı atıverdi.

“Niye içiyorsun bu kadar?”

“İşte bu yüzden” dedi lise arkadaşı, cep telefonunun ekranını göstererek. Dijital harfler, ekranda pırıl pırıl parlıyordu.

“Bir mesaj yüzünden mi?” dedi İsmail.
“Tam sekiz yılım hapiste geçti benim, biliyor musun?”
“Bilmiyordum” dedi İsmail: “Çok üzüldüm”
“On yıl önce, karımı aşığıyla yatak odamızda yakaladım ve vurdum adamı. Aslında karımı da öldürmem lazımdı ama öyle çok seviyordum ki, tetiğe basamadım. Onu aşığının kanlı cesediyle bırakıp karakola teslim oldum. Sekiz yıl sonra afla tahliye olana kadar da ondan haber almadım. Ne ziyaretime geldi, ne halimi sordu.”

Lise arkadaşı sigarasını yakmak için susunca sinir bozucu bir sessizlik beliriverdi. Titreyen elleriyle sigarayı bir türlü yakamıyordu çünkü.

‘Şaşırmadım’ dedi İsmail, sırf bir şey söylemiş olmak için: ‘Seni ziyaret etmeye korkmuştur herhalde.’

Lise arkadaşı güç bela yaktığı sigarayı hırsla yere attı, çiğnedi. Ceplerini karıştırıp telefonu yeniden buldu, ışığını yakıp İsmail’e doğru salladı: ‘Korkmuş mu? Korkmuş ha? Peki bu ne o zaman?’

“Mesaj mı göndermiş?”
“Beni görmek istediğini yazmış. Bana ihanet etmiş ve on yıl boyunca arayıp sormamışken. Telefonumu nereden bulmuş, Allah bilir. İki gündür bu mesaja cevap yazmaya çalışıyorum. Belki ilham gelir diye hiç durmadan içiyorum. Doğru cümleyi bir türlü bulmadım ama.”
“Hiçbir şey yazma sen de.”
“İşin pis tarafı şu ki, onu hâlâ seviyorum ben. Hem bunu ifade etmem hem de kırgınlığımı dile getirmem lazım. Hadi bana yardım et. Lisede edebiyatın iyiydi senin. Bana bir mesaj yaz.”

İsmail’in edebiyatı hiçbir zaman iyi olmamıştı. Lise arkadaşı büyük ihtimalle karıştırıyordu. Ama feleğin sillesini yemiş bir adama yardım etmeyecek kadar kalpsiz de değildi İsmail. Bara oturup içki söylediler ve düşünmeye başladılar. Beyin fırtınası yapıyorlardı. Akıllarına gelen hiçbir cümle yeterince iyi görünmüyordu ama. Hatta bir ara barmeni de işin içine sokmayı denediler ama adamın edebi yeteneği olmadığı çabuk çıktı ortaya. Böylece bir taraftan içip bir taraftan da düşünerek saatler geçti. Kulübün kapanma saati geldiğinde dut gibi olmuşlardı.

Sonra sokağa çıktılar, birbirlerine yaslanarak sahil boyunca yürümeye başladılar. Mesajı hâlâ yazamamışlardı. Koyu bir başarısızlık hissi içinde, ağır aksak ilerliyorlardı.

“Sıkma canını…” dedi lise arkadaşı, taksiye el ederek: “Belki de hakikaten cevap yazmamam lazım aslında.”
“Hay Allah…” dedi İsmail, duran taksinin kapısını arkadaşı binsin diye açarken: “Başarabiliriz sanmıştım.”
“Seni gördüğüme sevindim ama.”
“Ben de… Allah’a emanet ol kardeşim...”

Taksi hareket etti, arkasından dalgın gözlerle baktı İsmail. Sonra o gözler aniden parlayıverdi. Sigarasını atıp taksinin arkasından koşmaya başladı. Bir taraftan da durması için bağırıyordu. Yüz elli metrelik bir kovalamacanın ardından şoför İsmail’i duymuş olacak ki durdu. İsmail soluk soluğa yaklaştı pencereye, lise arkadaşına gülümsedi: “Buldum…”
“Nedir?”
“Ona şunu yaz: Kalbim hep senin oldu. Bırak öyle kalsın...”
“İyiymiş...” dedi lise arkadaşı: “Valla iyiymiş. Helal olsun kardeşim, bu cevap işimi görür işte!”

Sevinç içinde öpüşüp vedalaştılar. Taksi hızla uzaklaştı. İsmail de yalnız ve hüzünlü başlayan gecesini tamamlamak üzere evinin yolunu tuttu. Belki yine yalnızdı, ama artık huzur doluydu yüreği.

Tuna Kiremitçi, Eylül 2003, Filibe.

5 yorum:

  1. gerçeklere değil hayallerini üstlerine elbise diye giydirdikleri varlıklara aşık olanların, düğmeler kopup dikişler patlayınca var olanın çıplaklığı karşısında kalakaldıklarında söyledikleri itiraf, kendini kandırma çabaları, metin ol "düşlerime kal" zırvaları... acınası... gurursuz... aşık..!

    YanıtlaSil
  2. dinlemiştim bu öyküyü, okuyunca da farklılaşıyor.

    YanıtlaSil
  3. ben niyeyse bir dolmuşta geçtiğini hatırlıyorum bu öykünün... yanılıyor muyum acaba? sanki güngörmüş dolmuş şoförü veriyordu bu damar yanıtı... başka bir öyküyle mi karıştırıyorum acaba?

    YanıtlaSil
  4. bana Ahmet Ümit'in kan kokan aşk hikayelerini hatırlattı.Anladım ki illa ki aşkın içine kan karışması gerekiyor, ya sen kanayacaksın içten içe ya sevdiğini kanatacaksın. Maalesef ikincisi hiç bana göre değil...
    NOt: lütfen resmi web sitenizde verilen mail adresini yakın zamanda kontrol edin, size bir aydır bir mail göndermeye çalışıyorum fakat dolu olduğu için gönderilemiyor.

    YanıtlaSil