21 Ocak 2011 Cuma

Gold Rush in Literature


The first snow of the new year was pouring like clouds over Sofia. A young sun was blurry upon Vitosha Mountain.

We were trying to understand what novelist, Ludmila Filipova, telling us, while having a hard time to walk on the snowy ground of Vasil Levski Boulevard.

“But how could it be?” said the most impatient of us. “An author from Wisconsin stole your novel idea based on Bulgarian legend and published it in US?; besides, she sold its film rights and now is rich, isnt she?”

Ludmila smiled bitterly instead of answering. In fact, she was bewildered, too.

“You wrote a novel after three years of study and reserch about Orpheus legend, the oldest mysterious Balkan civilization, lost 5000 years ago, angels and niphelims, and now it belongs to some American people. It’s incredible!”

“It looks like, she answer, but without the story about the first human civilisation, which is too difficult to copy without aditional historical knowledge and reserch.”

In fact Ludmila Filipova's novel "The Parchment Maze" was published in January 2009 and became phenomenon and best selling novel in Bulgaria for 2009. In March 2010 was signed a contract for its movie adaptation.

It is a full with facts story for a discovery about nephilimes, angels and humans, living in our and their world; about a secret society which keeps their ancient secret; about the mysterious Devil's Throat Cave, the Orpheus legend kept for thousands years in Bulgaria, and about the first ever exiting civilization disappeared 5000 years ago at the lands of Orpheus.

But a week ago the Miami movie producing company "Prosperitas Entertainment", bought the film rights of Filipova's novel, just heard from colleguse that, in movie industrie there is a too much similar novel. And they tried to find out what is the exact situation and to fight against the movie and book gigants making already business with their story.

And here there are some of facts they discovered: The Ludmila Filipova’s novel "The Parchment Maze" was published in January 2009, and its second part “Dante’s Antichthon” - February 2010. The “Angelology" was published in March 2010.

Daniel Trussoni visited Bulgaria exactly at the time the novel of Ludmila Filipova was a total bestseller in the country. Trussoni started to work with the same editor and publishing director in CIELA Publishing of Filipova and who knows Ludmila’s story in details and who have the finished manuscript of Ludmila and the unready of Trussoni. Also, Trusonni's husband is a Bulgarian writer.

The common points between the two novels basically are: The isolated cave in the Bulgaria, "The Devil's Throat" (considered to be the entrance to the Underworld); the secret society that trying to keep its secret; the Orpheus legend; the story and tragedy of nephilimes; the mysterious manuscript discovering the secret of the story.

Also the key to the mystery in the books are exactly the Orpheus legend, which never before was of interest for a novel until “The Parchment Maze”. And immediately after, Trussoni write about it.

Also one of the key to the mystery in the two novels is the lyre of the Orpheus.

The most interesting characters in the two novels are the creatures called nephilimes, living nowadays in our world and the underworld to which the entrance is one and the same in the two novels: The small cave in Bulgaria called "Devil's Throat". It’s strange how nobody ever before Ludmila wrote about it, until ”The Parchment Maze”. And again imidiatly after her Trussoni repete it in her story in the same connection with Orpheus, angels, niphelimes, Underworld

In both novels the story follows the haven spheres in metaphoric way; the 2 books tell the stories of the children of angels and humans - niphelims, their drama and anger to the 2 worlds of their perants.

The difference between the two novels are that Filipova’s story connect all the above stories to one additional and important story for the whole world - the first ever exiting civilization mysteriously disappeared 5000 years ago at the lands of Orpheus.

Also the Filipova’s novel is deeper, include historical facts and additional links and there is a unique virtual Museum of Traces of the Filipova’s book www.mastileniat-labirint.com where the reader can find every artifact and photo conceited to the story.

If we read the two novels, we can say that it’s a miracle how common they are. But obviously there were too many reasons for this situation. And the result is that Trussoni sold the synopsis with the idea for the novel to Columbia Pictures and one and half year after the Filipova’s "The Parchment Maze" she published her version.

Snow was pouring in great whirling clouds upon Vasil Levski Boulevard. The American producer of movie based on Filipova's novel wrote to some American newspapers but it was no use. Nobody wants to fall out with Penguin Books and Colombia Pictures.

“There is nothing to do.” said she, sniffing her red nose because of cold weather. “I can’t afford court expenses. The American media don’t want problems with the gigants in the book and movie industry. And my idea is not original anymore after Trussoni published her version of it worldwide. Because she is American writer”

This means, some Americans who want to be rich may browse around the world from Balkans to Africa and sack novel ideas which are not in English yet. Since one would come across the same adversities, this situation can be a real demolition for national litterateurs.

I see colonialists breaks into Aztech temples, sacks African mines and levies Iraqi oil. When they colonize the world literature, it means the literature part of the globalization is done. Then there is nothing to do for us!

11 Ocak 2011 Salı

Hoşçakal Ali Sami Yen


Bakmayın Gençlerbirliği yenilgisine, Ali Sami Yen zaten uzun zamandır mağluptu.

Teknolojiye yenilmişti bir kere; dünyanın büyük statlarıyla karşılaştırdığımız zaman boynu bükük kalıyordu.

Sonra zamana yenilmişti: Tribünlerinden soyunma odasının tüneline kadar, eskimişlik hissi veriyordu. Şehir trafiğinin merkezinde olmasına, etrafının darlığına, lojistik zorluklara yenilmişti.

Bu yenilgiler onun kalbimizdeki yerini değiştirmiyordu tabii; tarih boyunca kazandığı zaferlerle zirveyi çoktan garantilemişti. 10 yıl daha yenilse ikinciliğe düşmezdi.

Boşuna yorulmuş olurdu sadece: Hiç ihtiyaç duymadığı bir mücadelenin içinde kalıp günümüzün genç statlarıyla rekabete girmesi gerekecekti.

Sadece Şükrü Saracoğlu ve İnönü’yle değil, Kadir Has’la Tayyip Erdoğan’la, Bursa’nın, Trabzon’un, Rize’nin yenilenen statlarıyla da. Hiç kuşkusuz haksız bir rekabet olacaktı.

Stadyumlar, ancak aşk filmlerinde rastlayabileceğiniz duyguların en uç noktalarda yaşandığı yerler: Tutku, ihtiras, sevinç, keder, gözyaşı, hayal kırıklığı…

Aşkı aşk, tutkuyu tutku yapan bütün duygusal titreşimler…
Ali Sami Yen bunların hepsinden nasibini fazlasıyla almış bir mabet olarak kapılarını kapatıyor. Böylece gençliğimizin sembol yapılarından biri daha tarihe karışıyor.

14 yıllık şampiyonluk hasretinin bittiği Eskişehir maçından önce sabahladığımız, tribünlerinde üşüyüp kavrulduğumuz, “stadyum” deyince aklımıza gelen bu tek mekân, artık nostaljinin bir parçası.

Hep oğlumla gitmeyi hayal etmiştim Ali Sami Yen’e. Fakat beyefendiyi futbolsever yapamadan stadyumun vadesi doldu. Artık darısı Arena’nın başına…

Geriye, oradaki son büyük konseri veren Metallica’nın dizeleri kaldı yadigâr: “Hayat solup gidecek görünüşe bakılırsa / her gün sürükleniyorum daha da uzaklara.”

16 Kasım 2010 Salı

Perlaşez'den bildiriyorum


Ahmet Kaya 10 yıldır Paris’teki Perlaşez mezarlığında. Oscar Wilde ve Jim Morrison’la komşu. Yılmaz Güney’i de alıp dörtlüyü tamamlamışlar.

Ahmet son gelenlerden olmasına rağmen kendisini kısa sürede sevdirmiş. Neşesiyle ortamı değiştirmiş. Hatta geldiği günkü sessizliği görünce “gözüm nedir bu, mezarlığa mı geldik?” diyerek isyan etmiş. Sonra da başlamış Perlaşez’i canlandırmaya.

“Yine de bazen uzaklara dalıp gittiği oluyor” dedi komşulardan Jim Morrison: “Garibimi vaktiyle çok kırmışlar. İçinde bir burukluk var.”

Burada sevilen bir sima Ahmet... Hatta gelişinin 10. yılının bayramla çakışması şerefine kutlama düzenlemişler. Oscar Wilde bu geceye özel çatal-bıçak gösterisi hazırlamış. Moliere de Serdar Ortaç kılığında “10. Yıl Marşı” söyleyecekmiş. Bir nevi alternatif Helloween yani.

“Ne yapalım gözüm, sevdiklerimizden uzakta zaman geçmiyor” dedi Ahmet: “Yoksa şu saatten sonra kimseyle alıp veremediğimiz yok. Maksat neşe olsun. Yoksa acılara tutun tutun nereye kadar?” Ama bu hareketlilikten rahatsız komşular da var: Mesela Simon Signoret kaç kez kapıya dayanmış: “Size burasının lunapark olmadığını hatırlatmak isterim. Lütfen sessiz olunuz!”

Yine de herkesin üzerinde birleştiği husus, Perlaşez mezarlığının son 10 yıldır eskisi gibi olmadığı.

Ahmet Kaya geldiğinden beri arada Simon Hanım gibi istisnalar çıksa da, ahali bu yeni öbür dünya düzeninden genelde memnun. Meselenin püf noktası, Yılmaz Güney’in kulağıma fısıldadıklarında belki de: “Ahmet buraya geldiğinde yalnız ve kırgın bir adamdı. Şimdiyse kendi dilinden anlayanların yanında, huzur içinde.”

12 Kasım 2010 Cuma

Umut Sarıkaya'nın şifresi


Mizah dünyasının Arda Turan’ı sayılması gereken Umut Sarıkaya’nın şifresini çözmüş olabilirim.

Ondan hep “gözlem yeteneği var” ya da “detaycıdır” falan diye bahsediliyor ama bunlar zaten Hazret-i Oğuz’dan beri her mizahçıda olması gereken şeyler, değil mi?

Umut’un farkı, detayların detayında: Dünyaya kafası dağınık bir üniversite öğrencisinin komik dikkatiyle bakabilmesinde...

Henüz bir mesleğe odaklanmamış gençlerin bütüne varmayan, dolayısıyla da hiçbir işe yaramayan gözlemciliğinin parodisini yapıyor çaktırmadan.

Yani çizdiği tiplerden çok, yaşıtlarının onları görme biçimini anlatıyor aslında. Bu yüzden de tazeliğini hiç kaybetmiyor.


Kasım 2010, Filibe.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Bari çocuklar yargılasın


Madem Ogün Samast’ın çocuk mahkemesinde yargılanmasına karar verdik, bari mahkemeyi çocuklar kursun.

Bildiğimiz, saçı sakalı olmayan, kırlarda koşup oynayan, bazen çakıl taşına bazen de mayına basan, gerçek çocuklar...

Mesela, arkadaşları havan topu mermisiyle can vermiş, baklava çaldığı için hapis yatmış, reşit olmadan çalışmaya zorlanmış çocukları davet edebiliriz.

Hatta köyleri yakıldığı için ailesiyle İstanbul’a göçmüş “tinerci” çocuklardan birini de alırız, töre kurbanı kızlardan birinin kardeşini de...

Babaları madenden çıkamamış ya da askerden dönememiş ufaklıklar da belki bizi yalnız bırakmaz.

Onlara deriz ki: “Ogün arkadaşınız yazı yazmak dışında hiçbir şey yapmayan bir amcayı sırtından vurmak suretiyle öldürdü. Şimdi biz ne yapacağız?”

25 Ekim 2010 Pazartesi

Zorla dahil olduğum film


Her Türk gibi ben de oyunculuk yeteneğiyle doğduğuma ve fakat kimsenin elimden tutmadığına inanırım.

Ama sonunda öyle bir proje kısmet oldu ki, “durdun durdun, turnayı gözünden vurdun” diyebilirsiniz.

Sanatlarını pek sevdiğim Tolga Örnek ve Mehmet Ada Öztekin’in gençliğimizin efsane radyo programı “Kaybedenler Kulübü”nü film yaptıklarını duyunca hemen arayıp rol beklediğimi belirttim.

Bir taraftan da sette oluşan mutluluk tablosunu görür gibi oluyordum. Allah bilir ben oynayacağım diye Tolga sevinçten ağlıyor, Mehmet havalara sıçrıyor, kamera ekibi halay çekiyordu.

Gölgede kalmaktan korkan Nejat İşler ve Yiğit Özşener ise duygularını belli etmemek için gülümsemeye çalışıyorlardı bir köşede.

Sonunda filmin fikir babası Mehmet dedi ki: “Sen, ben ve Kaan bardaki adamları oynayacağız.”

“Bardaki adamlar” denince aklıma önce “Barda” filmindeki adamlar geldi ve haliyle biraz tırstım. Ama meğerse korkacak bir şey yokmuş. Kendi halinde insanları canlandıracakmışız.

“Rol arkadaşım Kaan Çaydamlı olursa kabul” dedim. Ne de olsa “Kaybedenler Kulübü” olayının iki mimarından biri oydu.

Doksanlı yılların savaş ve enflasyon yüzünden depresyona girmiş Türkiye’sinde bizler için bir nevi müsekkindi “Kaybedenler Kulübü”.

Her programda Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk “cool”luğun kitabını yeniden yazarlardı. Zamanla, Kadıköy merkezli bir kültür haline geldi ve binlerce takipçi edindi.

İşte şimdi de filmi çekiliyor: Hem o zamanlara selam çakmak isteyenler hem de yetişemeyenler için.

“Devrim Arabaları” maceralarını pek takdir ettiğim Tolga ve Mehmet, sıra dışı bir projeye daha imza atmaya hazırlanıyorlar.

Bendeniz de filmde kendime “bardaki adam” olarak yer yapmış bulunuyorum. Oyunculuk yeteneğim sonunda keşfedildi ya, artık benden iyisi yok.

24 Ekim 2010 Pazar

Eski bir aşkın kapsama alanı


Lüks bir gece kulübünde yalnız başına kaldığınızda yapabileceğiniz en mantıklı hareketlerden biri, cep telefonunuzdaki mesajları silmektir.

Bu hem sağa sola bakınan yalnız bir sincap olmaktan kurtarır sizi, hem de nasıl olsa yapılması gereken, faydalı bir işlemdir. Üstelik sizi umut vererek süzen bir çift göze rastlayana kadar zaman geçirmenizi de sağlar. Hatta böyle yaparak yalnız olmadığınız, birileriyle irtibat kurduğunuz izlenimi bile yaratabilirsiniz. Cep telefonlarının marifetleri asla küçümsenmemeli.

İsmail de öyle yapıyordu işte. Yavaş yavaş kalabalıklaşan pistin yedi sekiz metre sağındaki barda kendine zararsız bir yer köşe bulmuş, mesajlarını tek tek siliyordu.

Ağustos ayı için bile sıcak, nemli bir geceydi. İnsan her şeyin, hatta yıldızların bile terli olduğu duygusuna kapılıyordu. Oysa burun deliklerine dolan ipince bir parfüm kokusuydu. Şehrin en güzel kadınlarının omuzlarından, boyunlarından ve ayak bileklerinden yükselen, tatlı bir koku.

Birden bir el koluna dokundu. “Merhaba” dedi, cılız bir erkek sesi.

İsmail başını çevirince ufak tefek, zayıf bir adam gördü. Olduğu yerde ileri geri sallanmasından, şimdiden kafayı bulmuş olduğunu anlaşılıyordu. Camları yer yer lekeli gözlükler, kamburlaşmış bir sırt...

“Tanımadın mı?” dedi, acı acı gülümseyerek.

İşte bu acı gülümseyiş, belleğin kapılarını açıverdi İsmail’e; karşısındakinin yıllardır görmediği bir lise arkadaşı olduğunu hatırlayıverdi.

“Nasılsın görüşmeyeli?” dedi İsmail.
“İçiyorum” dedi lise arkadaşı.
“Onu görüyorum.”
“Nedenini sormayacak mısın?”
“Niye sorayım, buraya herkes içmek için gelmiyor mu?”
“Ben çok içiyorum ama.”

İsmail köşeye sıkıştığını hissediyordu. Derin bir nefes aldı ve aslında çok da hevesli olmadığı bir konuşmaya doğru ilk adımı atıverdi.

“Niye içiyorsun bu kadar?”

“İşte bu yüzden” dedi lise arkadaşı, cep telefonunun ekranını göstererek. Dijital harfler, ekranda pırıl pırıl parlıyordu.

“Bir mesaj yüzünden mi?” dedi İsmail.
“Tam sekiz yılım hapiste geçti benim, biliyor musun?”
“Bilmiyordum” dedi İsmail: “Çok üzüldüm”
“On yıl önce, karımı aşığıyla yatak odamızda yakaladım ve vurdum adamı. Aslında karımı da öldürmem lazımdı ama öyle çok seviyordum ki, tetiğe basamadım. Onu aşığının kanlı cesediyle bırakıp karakola teslim oldum. Sekiz yıl sonra afla tahliye olana kadar da ondan haber almadım. Ne ziyaretime geldi, ne halimi sordu.”

Lise arkadaşı sigarasını yakmak için susunca sinir bozucu bir sessizlik beliriverdi. Titreyen elleriyle sigarayı bir türlü yakamıyordu çünkü.

‘Şaşırmadım’ dedi İsmail, sırf bir şey söylemiş olmak için: ‘Seni ziyaret etmeye korkmuştur herhalde.’

Lise arkadaşı güç bela yaktığı sigarayı hırsla yere attı, çiğnedi. Ceplerini karıştırıp telefonu yeniden buldu, ışığını yakıp İsmail’e doğru salladı: ‘Korkmuş mu? Korkmuş ha? Peki bu ne o zaman?’

“Mesaj mı göndermiş?”
“Beni görmek istediğini yazmış. Bana ihanet etmiş ve on yıl boyunca arayıp sormamışken. Telefonumu nereden bulmuş, Allah bilir. İki gündür bu mesaja cevap yazmaya çalışıyorum. Belki ilham gelir diye hiç durmadan içiyorum. Doğru cümleyi bir türlü bulmadım ama.”
“Hiçbir şey yazma sen de.”
“İşin pis tarafı şu ki, onu hâlâ seviyorum ben. Hem bunu ifade etmem hem de kırgınlığımı dile getirmem lazım. Hadi bana yardım et. Lisede edebiyatın iyiydi senin. Bana bir mesaj yaz.”

İsmail’in edebiyatı hiçbir zaman iyi olmamıştı. Lise arkadaşı büyük ihtimalle karıştırıyordu. Ama feleğin sillesini yemiş bir adama yardım etmeyecek kadar kalpsiz de değildi İsmail. Bara oturup içki söylediler ve düşünmeye başladılar. Beyin fırtınası yapıyorlardı. Akıllarına gelen hiçbir cümle yeterince iyi görünmüyordu ama. Hatta bir ara barmeni de işin içine sokmayı denediler ama adamın edebi yeteneği olmadığı çabuk çıktı ortaya. Böylece bir taraftan içip bir taraftan da düşünerek saatler geçti. Kulübün kapanma saati geldiğinde dut gibi olmuşlardı.

Sonra sokağa çıktılar, birbirlerine yaslanarak sahil boyunca yürümeye başladılar. Mesajı hâlâ yazamamışlardı. Koyu bir başarısızlık hissi içinde, ağır aksak ilerliyorlardı.

“Sıkma canını…” dedi lise arkadaşı, taksiye el ederek: “Belki de hakikaten cevap yazmamam lazım aslında.”
“Hay Allah…” dedi İsmail, duran taksinin kapısını arkadaşı binsin diye açarken: “Başarabiliriz sanmıştım.”
“Seni gördüğüme sevindim ama.”
“Ben de… Allah’a emanet ol kardeşim...”

Taksi hareket etti, arkasından dalgın gözlerle baktı İsmail. Sonra o gözler aniden parlayıverdi. Sigarasını atıp taksinin arkasından koşmaya başladı. Bir taraftan da durması için bağırıyordu. Yüz elli metrelik bir kovalamacanın ardından şoför İsmail’i duymuş olacak ki durdu. İsmail soluk soluğa yaklaştı pencereye, lise arkadaşına gülümsedi: “Buldum…”
“Nedir?”
“Ona şunu yaz: Kalbim hep senin oldu. Bırak öyle kalsın...”
“İyiymiş...” dedi lise arkadaşı: “Valla iyiymiş. Helal olsun kardeşim, bu cevap işimi görür işte!”

Sevinç içinde öpüşüp vedalaştılar. Taksi hızla uzaklaştı. İsmail de yalnız ve hüzünlü başlayan gecesini tamamlamak üzere evinin yolunu tuttu. Belki yine yalnızdı, ama artık huzur doluydu yüreği.

Tuna Kiremitçi, Eylül 2003, Filibe.