25 Ekim 2010 Pazartesi

Zorla dahil olduğum film


Her Türk gibi ben de oyunculuk yeteneğiyle doğduğuma ve fakat kimsenin elimden tutmadığına inanırım.

Ama sonunda öyle bir proje kısmet oldu ki, “durdun durdun, turnayı gözünden vurdun” diyebilirsiniz.

Sanatlarını pek sevdiğim Tolga Örnek ve Mehmet Ada Öztekin’in gençliğimizin efsane radyo programı “Kaybedenler Kulübü”nü film yaptıklarını duyunca hemen arayıp rol beklediğimi belirttim.

Bir taraftan da sette oluşan mutluluk tablosunu görür gibi oluyordum. Allah bilir ben oynayacağım diye Tolga sevinçten ağlıyor, Mehmet havalara sıçrıyor, kamera ekibi halay çekiyordu.

Gölgede kalmaktan korkan Nejat İşler ve Yiğit Özşener ise duygularını belli etmemek için gülümsemeye çalışıyorlardı bir köşede.

Sonunda filmin fikir babası Mehmet dedi ki: “Sen, ben ve Kaan bardaki adamları oynayacağız.”

“Bardaki adamlar” denince aklıma önce “Barda” filmindeki adamlar geldi ve haliyle biraz tırstım. Ama meğerse korkacak bir şey yokmuş. Kendi halinde insanları canlandıracakmışız.

“Rol arkadaşım Kaan Çaydamlı olursa kabul” dedim. Ne de olsa “Kaybedenler Kulübü” olayının iki mimarından biri oydu.

Doksanlı yılların savaş ve enflasyon yüzünden depresyona girmiş Türkiye’sinde bizler için bir nevi müsekkindi “Kaybedenler Kulübü”.

Her programda Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk “cool”luğun kitabını yeniden yazarlardı. Zamanla, Kadıköy merkezli bir kültür haline geldi ve binlerce takipçi edindi.

İşte şimdi de filmi çekiliyor: Hem o zamanlara selam çakmak isteyenler hem de yetişemeyenler için.

“Devrim Arabaları” maceralarını pek takdir ettiğim Tolga ve Mehmet, sıra dışı bir projeye daha imza atmaya hazırlanıyorlar.

Bendeniz de filmde kendime “bardaki adam” olarak yer yapmış bulunuyorum. Oyunculuk yeteneğim sonunda keşfedildi ya, artık benden iyisi yok.

24 Ekim 2010 Pazar

Eski bir aşkın kapsama alanı


Lüks bir gece kulübünde yalnız başına kaldığınızda yapabileceğiniz en mantıklı hareketlerden biri, cep telefonunuzdaki mesajları silmektir.

Bu hem sağa sola bakınan yalnız bir sincap olmaktan kurtarır sizi, hem de nasıl olsa yapılması gereken, faydalı bir işlemdir. Üstelik sizi umut vererek süzen bir çift göze rastlayana kadar zaman geçirmenizi de sağlar. Hatta böyle yaparak yalnız olmadığınız, birileriyle irtibat kurduğunuz izlenimi bile yaratabilirsiniz. Cep telefonlarının marifetleri asla küçümsenmemeli.

İsmail de öyle yapıyordu işte. Yavaş yavaş kalabalıklaşan pistin yedi sekiz metre sağındaki barda kendine zararsız bir yer köşe bulmuş, mesajlarını tek tek siliyordu.

Ağustos ayı için bile sıcak, nemli bir geceydi. İnsan her şeyin, hatta yıldızların bile terli olduğu duygusuna kapılıyordu. Oysa burun deliklerine dolan ipince bir parfüm kokusuydu. Şehrin en güzel kadınlarının omuzlarından, boyunlarından ve ayak bileklerinden yükselen, tatlı bir koku.

Birden bir el koluna dokundu. “Merhaba” dedi, cılız bir erkek sesi.

İsmail başını çevirince ufak tefek, zayıf bir adam gördü. Olduğu yerde ileri geri sallanmasından, şimdiden kafayı bulmuş olduğunu anlaşılıyordu. Camları yer yer lekeli gözlükler, kamburlaşmış bir sırt...

“Tanımadın mı?” dedi, acı acı gülümseyerek.

İşte bu acı gülümseyiş, belleğin kapılarını açıverdi İsmail’e; karşısındakinin yıllardır görmediği bir lise arkadaşı olduğunu hatırlayıverdi.

“Nasılsın görüşmeyeli?” dedi İsmail.
“İçiyorum” dedi lise arkadaşı.
“Onu görüyorum.”
“Nedenini sormayacak mısın?”
“Niye sorayım, buraya herkes içmek için gelmiyor mu?”
“Ben çok içiyorum ama.”

İsmail köşeye sıkıştığını hissediyordu. Derin bir nefes aldı ve aslında çok da hevesli olmadığı bir konuşmaya doğru ilk adımı atıverdi.

“Niye içiyorsun bu kadar?”

“İşte bu yüzden” dedi lise arkadaşı, cep telefonunun ekranını göstererek. Dijital harfler, ekranda pırıl pırıl parlıyordu.

“Bir mesaj yüzünden mi?” dedi İsmail.
“Tam sekiz yılım hapiste geçti benim, biliyor musun?”
“Bilmiyordum” dedi İsmail: “Çok üzüldüm”
“On yıl önce, karımı aşığıyla yatak odamızda yakaladım ve vurdum adamı. Aslında karımı da öldürmem lazımdı ama öyle çok seviyordum ki, tetiğe basamadım. Onu aşığının kanlı cesediyle bırakıp karakola teslim oldum. Sekiz yıl sonra afla tahliye olana kadar da ondan haber almadım. Ne ziyaretime geldi, ne halimi sordu.”

Lise arkadaşı sigarasını yakmak için susunca sinir bozucu bir sessizlik beliriverdi. Titreyen elleriyle sigarayı bir türlü yakamıyordu çünkü.

‘Şaşırmadım’ dedi İsmail, sırf bir şey söylemiş olmak için: ‘Seni ziyaret etmeye korkmuştur herhalde.’

Lise arkadaşı güç bela yaktığı sigarayı hırsla yere attı, çiğnedi. Ceplerini karıştırıp telefonu yeniden buldu, ışığını yakıp İsmail’e doğru salladı: ‘Korkmuş mu? Korkmuş ha? Peki bu ne o zaman?’

“Mesaj mı göndermiş?”
“Beni görmek istediğini yazmış. Bana ihanet etmiş ve on yıl boyunca arayıp sormamışken. Telefonumu nereden bulmuş, Allah bilir. İki gündür bu mesaja cevap yazmaya çalışıyorum. Belki ilham gelir diye hiç durmadan içiyorum. Doğru cümleyi bir türlü bulmadım ama.”
“Hiçbir şey yazma sen de.”
“İşin pis tarafı şu ki, onu hâlâ seviyorum ben. Hem bunu ifade etmem hem de kırgınlığımı dile getirmem lazım. Hadi bana yardım et. Lisede edebiyatın iyiydi senin. Bana bir mesaj yaz.”

İsmail’in edebiyatı hiçbir zaman iyi olmamıştı. Lise arkadaşı büyük ihtimalle karıştırıyordu. Ama feleğin sillesini yemiş bir adama yardım etmeyecek kadar kalpsiz de değildi İsmail. Bara oturup içki söylediler ve düşünmeye başladılar. Beyin fırtınası yapıyorlardı. Akıllarına gelen hiçbir cümle yeterince iyi görünmüyordu ama. Hatta bir ara barmeni de işin içine sokmayı denediler ama adamın edebi yeteneği olmadığı çabuk çıktı ortaya. Böylece bir taraftan içip bir taraftan da düşünerek saatler geçti. Kulübün kapanma saati geldiğinde dut gibi olmuşlardı.

Sonra sokağa çıktılar, birbirlerine yaslanarak sahil boyunca yürümeye başladılar. Mesajı hâlâ yazamamışlardı. Koyu bir başarısızlık hissi içinde, ağır aksak ilerliyorlardı.

“Sıkma canını…” dedi lise arkadaşı, taksiye el ederek: “Belki de hakikaten cevap yazmamam lazım aslında.”
“Hay Allah…” dedi İsmail, duran taksinin kapısını arkadaşı binsin diye açarken: “Başarabiliriz sanmıştım.”
“Seni gördüğüme sevindim ama.”
“Ben de… Allah’a emanet ol kardeşim...”

Taksi hareket etti, arkasından dalgın gözlerle baktı İsmail. Sonra o gözler aniden parlayıverdi. Sigarasını atıp taksinin arkasından koşmaya başladı. Bir taraftan da durması için bağırıyordu. Yüz elli metrelik bir kovalamacanın ardından şoför İsmail’i duymuş olacak ki durdu. İsmail soluk soluğa yaklaştı pencereye, lise arkadaşına gülümsedi: “Buldum…”
“Nedir?”
“Ona şunu yaz: Kalbim hep senin oldu. Bırak öyle kalsın...”
“İyiymiş...” dedi lise arkadaşı: “Valla iyiymiş. Helal olsun kardeşim, bu cevap işimi görür işte!”

Sevinç içinde öpüşüp vedalaştılar. Taksi hızla uzaklaştı. İsmail de yalnız ve hüzünlü başlayan gecesini tamamlamak üzere evinin yolunu tuttu. Belki yine yalnızdı, ama artık huzur doluydu yüreği.

Tuna Kiremitçi, Eylül 2003, Filibe.

21 Ekim 2010 Perşembe

Lada’daki yaşlı çift


Vitoşa Dağı’nı Sofya’nın merkezine bağlayan bulvardaki kırmızı ışıkta, kirli sarı eski bir Lada.

Yaşlı adamın direksiyonu tutan zayıf kollarıyla iyice seyrelmiş beyaz saçı uyum içinde.

Tıpkı yaşlı kadının kalın çerçeveli gözlükleriyle dizlerinin üstünde sıkı sıkı tuttuğu eski moda çantası gibi.

Eski Lada ve yaşlı çift, Sofya’nın yirmi beş yıl önceki halinden günümüze ışınlanmış sanki. Çıt çıkarmadan, ön camdan uzaklara bakarak bekliyorlar yeşil yanmasını. Ne etraflarındaki son model arabaları görüyorlar ne de ışıklı reklam panolarını ve McDonalds’ın millete el sallayan palyaçosunu...

Nereden geliyorlar acaba? Globul’da çalışan GSM uzmanı oğullarını ziyaretten mi?Belki de haftalık alışverişlerini yapmış, kapağı kazasız belasız eve atmaya çalışıyorlar.

Onlara bakarken aklıma Cemal Süreya’nın günlüğüne yazdıkları geliyor: “Yüz yıl sonra şu anda yaşayan hiçbir insan ve kedi kalmayacak. Dünya, yabancıların dünyası olacak.”

Lada’daki çift, Cemal Süreya’nın bahsettiği değişimi çok daha kısa sürede yaşamış bir ülkenin insanları. Haliyle, çoktandır yabancıların dünyasındalar. Tanıştıkları, flört ettikleri, evlenip çoluk çocuğa karıştıkları Sofya şimdi çoğu kişinin unutmayı seçtiği bir anı. Onlar da muhtemelen arabalarını bile değiştirmeye korkuyorlar artık.

Ya da paraları olsa ilk fırsatta değiştirecekler ama bulamıyorlar işte para.

Can havliyle tutunuyorlar geçmişe: Kadının eski moda çantasını, adamın da Lada’nın direksiyonunu sıkı sıkı tutması gibi.

Derken yanıyor yeşil, Sofya trafiği şehir merkezine doğru akmaya devam ediyor. Kirli sarı eski Lada, birkaç dakika içinde kayboluyor gözden.

8 Ekim 2010 Cuma

Almanlar kazanınca kazanmış sayılacak mıyız?


“Alman” derken l harfine vurgu yapan, nizam-intizam meraklısı emekliler gibi, ben de Mesut Özil Paşa ve Miralay Sweinsteigger komutasındaki müttefiklerimiz Afrika cephesinde muzaffer olsun istedim.

Prusyalı subayları hatırlatan siyah formalarıyla sahra altında zafere koşsunlar...

Şaka bir yana, Almanlar son dünya kupasında hiç olmadıkları kadar sempatiktiler. Herhalde sonunda takımı göçmen çocuklarına emanet ettikleri için.

Bir ara “Mesut yeni Zidane mı?” diye sormuştum. Meğer kardeşimizin çocukluk kahramanı Zidane imiş sahiden. Bunu öğrenince kendimi Ömer Üründül gibi hissettim.

Fransızlar için Zidane neyse Mesut da Almanlar için yakında o olacak... “Keşke bizim takımda oynasaydı” diye de dertlenmeyelim hiç: Dünya Kupası'na Arda’yla, Nihat’la, Emre’yle gidemediysek, onunla da gidemezdik.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Yalnızlığı paylaştıran adam


Facebook’un mucidi Marc Zuckerberg’ten bahseden filmi herkes gibi merakla bekliyorum.

Çünkü Marc kardeşimizin Özdemir Asaf’ın şu dünyadaki bir numaralı rakibi olduğuna eminim.

Hani meşhur şiirinde “yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” diyen Özdemir Asaf’ın.

Çünkü Facebook’ta yalnızlık hem paylaşılıyor hem de yine yalnızlık olarak kalıyor. Bir yanılsama ağı örülüyor sadece: Sahiden iletişim kurduğumuz ve birbirimizi anladığımız yanılsaması.