26 Mayıs 2010 Çarşamba

İlk yardım


Adı kötüye çıkmış sokaklar gibi
Ovalayıp duruyorum temiz yanlarını kalbimin.
Ne senden vazgeçmek sayılır ama bu,
Ne de bir yangını bölüşmek seninle.

Aşk bir eksiklik olarak geliyor çoğu zaman,
Her an itiraf edecek sanki
Ağlayarak bir şeyleri.
Ve dışarıda insanlar,
Toprağa dönük yüzleri,
Kırık birer anıyı
Çağrıştıran elleriyle
Anlamaya çalışan birbirlerini.

Adı kötüye çıkmış sokaklar gibi
Onaramadığı yanları vardır çünkü insanın.
Bir de bakmışsın kulağın siren seslerinde
Ve yüzün gözün telefon kesikleri.

Filibe, Eylül 1993

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Asıl maç şimdi başlıyor


Cumhuriyet, 24 Mayıs 2010

Cumhuriyet yazılarımın sonuna geldik.

Buradaki kısa ama anlamlı beraberliğimiz, pek çok şeye tanıklık etti: Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP için bir umut gibi doğmasına, futboldaki ikinci Anadolu devrimine, Zonguldak’ta madencilerin yaşadığı yürek parçalayan trajediye...

Görünen köy: Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde CHP yeni bir ivme yakalayacak. Partinin iktidar alternatifi olarak yeniden ortaya çıkmak üzere olduğunu, başbakanın tedirgin demeçlerinden de anlamak mümkün. Gönül ister ki bu fırsat çarçur edilmesin, en iyi şekilde değerlendirilsin.

***

Vaktiyle yazmıştım: Son genel seçimlerin bir gün öncesinde, sevgili dostum Yasemin ve oğlum Can’la beraber Kanyon Alışveriş Merkezi’nde yemek yiyorduk. Derken bir köşeden, büyük bir el arabasını çeken temizlik işçisinin çıktığını gördüm. Kürt olduğu belli genç adam güçlükle çekiyordu çöple dolu el arabasını ve sonunda korktuğum oldu: İşçinin elinden kurtulan araba devrildi, çöpler saçıldı ortalığa. Bu sırada oradan geçmekte olan şık giyimli ve uzun boylu iki genç kız, manzarayı görünce bastılar kahkahayı. Çöpleri toplamaya çalışan işçinin onların arkasından öyle bir bakışı vardı ki, görseniz eminim siz de bir daha unutamazdınız.

“Bu çocuk yarın AKP’ye oy verecek” dedim Yasemin’e: “ona gülen kızlar da CHP’ye oy verecekler. Bu yüzden AKP kazanacak seçimi. Hem de açık ara.”

Sonra seçim oldu ve sonucu biliyorsunuz: AKP kazandı, hem de açık ara.

***

Son seçimde AKP’ye oy vermiş seçmenin büyük çoğunluğunun (her zaman var olan radikal bir azınlık dışında) Atatürk’le, orduyla ya da laiklikle sorunu yok. Bu yüzden, “biz Atatürk’ü savunuyoruz!” dediğiniz zaman ister istemez şu yanıtı veriyorlar: “Çok güzel, peki sonra?”

Ayrıca, DSP'nin eski lideri Zeki Sezer’in pek güzel ifade ettiği gibi: Parasızlıktan çocuğunu okula nasıl göndereceğini kara kara düşünen adama laiklikten bahsettiğinizde, o bunu küfür gibi algılıyor.

Bu söylediklerime herkesin bayılmayacağını biliyorum ama zaten köşe yazarlarının görevi “hoşa gidecek düşünceler” üretmek değildir bence. Bizim görevimiz, tatsız da olsa gerçekleri dile getirmektir ve dilerim Kemal Kılıçdaroğlu da aynı gerçekleri hesaba katarak CHP’yi hepimizin ihtiyaç duyduğu, gerçek bir iktidar alternatifi haline getirir.

Dilerim CHP kongresinden sonra yeniden heyecan kazanan siyaset satrancında Atatürkçü sosyal demokratlar olur, en akıllı hamleleri yapanlar.

21 Mayıs 2010 Cuma

Kader kısmet


Cumhuriyet, 21 Mayıs 2010

Zonguldak’ta aileler ağlaşırken “ölmek madencilerin kaderinde var” buyurdu Tayyip Erdoğan ve işin ilginci, onun bunu söylemesine kimse fazla şaşırmadı.

Hatta Allah bilir, bu sözlere hak verenlerin sayısı da hiç de az değildir. “Kader” deyince akan sular durur bizim mütevekkil medeniyetimizde.

Kaderin bu her şeye burnunu sokan gücüne olan inanç yüzündendir ki, batı medeniyetini yüz kilometre geriden takip ederiz.

Belki de bu yüzden kapıldığımız rehaveti, “Çocuk Kalbi” yazarı Edmondo de Amicis şöyle betimlemiştir: “İstanbul Avrupa`nın gündüz en parlak, gece en karanlık şehridir. Tek tük ve birbirinden çok uzak olan fenerler belli başlı sokakları ancak aydınlatır, ötekiler mağara gibidir, kimse elinde bir fener olmadan bu sokaklara girmeyi göze alamaz. Bu yüzden, gece olur olmaz, şehir ıssızlaşır; bekçilerden, köpek sürülerinden, kimse görmeden kaçan günahkár kadınlardan, yerin altındaki meyhanelerden çıkan delikanlılardan, yollarda ve mezarlıklarda, orada burada, şuleler gibi bir parlayıp bir sönen esrarlı fenerlerden başka bir şey görülmez.”

Bizim gecelerimizin böyle olması kaderdir; tıpkı batılıların aynı geceleri çalışarak ve yenilikler icat ederek geliştirmeleri gibi. Edmondo De Amicis “Constantinopoli”yi yazdığında, penceresinde geç vakte kadar ışık yananlar daha çok batılılar olmuştur.

***

Ülkemizdeyse gerçekleri söylediler diye zindanlara atılmak, öldürülmek, hatta yakılmaktır kaderi aydınların. Onların başlarına gelenler toplumsal hafızamıza öyle bir nakşolunmuştur ki, çocukları kitaba düşkün aileler kara kara düşünürler, “Allah vere de başına bir şey gelmese” diye.

Bizim milletçe kaderimiz nedir peki? Yoksulluk mu? Hasretlerimize kavuşamamak mı? Yabancı bir arkadaşımız link gönderdiğinde utana sıkıla “özür dilerim, bizim burada Youtube yasaklı” demek mi? Trafik kazasında ya da kötü yapılmış bir evin enkazında ölmek mi yoksa?

***

Diyarbakır’da doğup karakol basmaya giderken ya da Bursa’da doğup katıldığımız operasyonda can vermek midir kaderimiz? Evladın tabutuna sarılarak ağlamak ve mutluluk denen şeyin adını bile unutmak mıdır?

Zengin sofralarda yemek yemek, güzel kadınlarla sohbet etmek, kadehteki buzları şıngırdatmak, plajda tatlı tatlı güneşlenmek kimin kaderidir peki? Kimdir ellerinde kalem bu kaderleri harıl harıl yazanlar? Zonguldak’ta ağlayan evladın kaderi nedir? Bunun cevabını veremeyecek iktidarın kaderi ne olmalıdır?

Ya “kader” nedir her şeyden önce? Şu dünyada birilerinin bize layık gördüğü hayat dışında bir kader var mıdır?

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Değişme yeteneği

Cumhuriyet, 19 Mayıs 2010

Hani “birikip sıçrama” der ya Attilâ İlhan, milletçe durup durup son haftanın içine iki büyük değişimi birden sığdırdık: Önce Bursaspor ligdeki yıkılmaz sanılan İstanbul sultasına son verip Türk futbolunda devrim yaptı, ardından daha düne kadar ebediyen Deniz Baykal tarafından yönetileceğini sandığımız CHP’nin yeni lideri belirdi ufukta: Kemal Kılıçdaroğlu.

Ne diyelim, hem siyasette “İkinci Kemalizm” dönemi hem de futboldaki “İkinci Anadolu Devrimi” hepimize hayırlı olsun!

***

Şahsen değişimden yanayım, futbolda da, siyasette de: Diyalektik bunu gerektirir, yenilenme gerekir, klişelere saplanıp kalmamak ve yeni sözler gerekir. Bundan kaçtığınız zaman, kendinizi hangi ideolojiyle tanımlarsanız tanımlayın, muhafazakârlaşırsınız.

Bunu duymaya pek bayılmıyoruz ama CHP’nin yaşadığı yorgunluğun altında tam da bu var aslında: Yirmi birinci yüzyılın Türkiye’sinde değişimi, gençliği ve yeniliği değil eskiye özlemi ve muhafazakârlaşmayı temsil eder hale geldi CHP. Tıpkı kendilerini bir türlü yeniliyemeyen üç büyüklerin Türk futbolunun ekolleşmesinin önündeki engel haline gelmeye başlaması gibi.

***

İzninizle, geçen hafta aldığım, son derece manidar bir okur mektubunu paylaşmak isterim.

“RTE' yi ancak kara Afrikanın belli diktatörleri ile karşılaştırabilirsiniz” diyor, Bodrum’dan yazan makine mühendisi: “Evet bu birikimi, bilgisi ve eğitimi ile RTE, Aziz Nesin'in belirttiği %60 KOYUN halkımın karizmatik lideri olabilir. Atatürk ve onun yolunda gidenler bu orandaki halkı geliştirerek İNSAN olmaları için uğraşıyorlar. Siz bırakın siyaset yazmayı, havadan sudan bahsedin; zamanı gelince o kategoriye terfi edersiniz.”

Posta kutumda pek çok benzer mektup var ama bunu tipik olduğu için seçtim; Kurtulmamız gereken ne kadar hastalık varsa içinde barındırdığı için: Seçmeni aşağılama, halkı umursamayış, kendisini milletin üzerinde görme ve Güney Afrikalı Boer’leri aratmayan, kıymeti kendinden menkul bir kibir.

Böyle düşünen değerli okurlara saygı duymakla beraber, kendilerine hatırlatmak isterim: Bendenizin siyaset yazıp yazmaması, hatta bu köşede yazıp yazmaması tabii ki önemli değildir. Önemli olan Türkiye’de bir şeylerin değişmesi, hareket alanlarımızı daraltan kireçlenmelerin giderilmesidir. İki farklı hayat tarzının temsilcisi olan Kemal Kılıçdaroğlu ve Ertuğrul Sağlam, hâlâ değişebilme yeteneğine sahip olduğumuzu gösterdikleri için güzeldirler benim gözümde: Değişimin kendisi bizahiti güzel bir şey olduğu için.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Emine Erdoğan'a çağrı


Cumhuriyet, 17 Mayıs 2010

İnsan ilişkilerini aşırı önemsediğim için beni eleştiren dostlarıma Ingeborg Bachmann’ın sözünü hatırlatmayı her daim borç bilirim: “Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar.”

Deniz Baykal’a kurulan komplonun yalnız siyaset değil, medeniyet tarihimiz açısından da taşıdığı vahameti de sanırım çocuklarımız bizden çok daha iyi anlayacaklar.

Diyecekler ki “nasıl bir tarihte yaşamışsınız ki, ülkenin ana muhalefet partisinin genel başkanına böyle bir şey yapılabilmiş.”

Tabii bu iyimser bir gelecek tahmini. Kötümser olanınıysa George Orwell, hepimizi malumu “1984” adlı romanında yapmış: Evlere yerleştirilen kameralar, özel hayatları en mahrem noktasına kadar kontrol altına alınmış, bireysellikleri ortadan kaldırılmış bir toplum ve cinselliğin bile devlet iznine bağlı olduğu, karanlık bir dünya.

George Orwell’in hayal ettiği görüntülerle, Deniz Baykal’ı mağdur edenler arasında çok da büyük bir fark yok.

***

Tabii bir de sapla samanı karıştıran bir başbakan var karşımızda: İki insan dışında kimseyi ilgilendirmeyen “sadakat” kavramı üzerine polemik üretip bundan muhalefeti yıpratacak bir strateji çıkarmaya çalışan.

Yakınlarının başbakana hatırlatması gerek: İnsanları yargılamaya özel hayatları üzerinden başlamak, en hafif tabiriyle ayıptır. Bu hatırlatmayı da herhalde en iyi eşi Emine Hanım yapabilir.

Ben bir AKP seçmeni değilim. Ama vicdan sahibi bir vatandaş olarak, buradan Emine Erdoğan’a çağrıda bulunmak istiyorum: Lütfen eşinizden Deniz Baykal’ın özel hayatıyla ilgili açıklama yapmamasını isteyiniz.

İnsanların özel hayatları, dışarıdan bakılarak yargılanabilecek ve üzerinden ahlak bekçiliği yapılabilecek alanlar değildir. Eğer ifşa edip yargılamaya kalkarsak herkesin hayatında zaaflara ulaşılabilir ve ahlak bekçilerinin sandığının tersine, bu zaaflardır aslında bizi robota dönüşmekten kurtaran.

Kişi başkalarına ruhen ya da bedenen zarar vermiyor, yasaları çiğnemiyor, görevini de hakkıyla yapıyorsa zaafları, özel hayatını paylaştığı kişiler dışında kimseyi ilgilendirmez.

***

George Orwell’in romanında yarattığı karanlık dünyadaki insanlar, özel hayatları kamerayla izlendiği için beşeri zaaflarından arınmış ve birer robota dönüşmüşlerdir. Aynı şeyi yapmamızı istemeye kimsenin hakkı yoktur bizden, ana muhalefet lideri olsak bile.

Bu yüzden Emine Erdoğan duruma derhal el koymalı ve Deniz Baykal’ın özel hayatının tartışma konusu yapılmasını tüm gücüyle engellemeye çalışmalıdır. Çünkü faşizm gibi, demokrasi de iki insan arasındaki ilişkide başlamaktadır aslında, biz farkında olmasak da.

16 Mayıs 2010 Pazar

Aşk olsun Teoman!


Teoman bir röportajında demiş ki: “İstanbul deyince aklıma Beyoğlu geliyor. Dolayısıyla Galatasaray Lisesi’nden mezun. Çok çalışkan değil ama eğlenceli biri. Hafif bıçkın. Kültürlü ama entelektüel değil.”

Yani Teoman, aşk olsun. Beğendin mi abi yaptığını? Şimdi beni ifşa ettin de başın göğe mi erdi?

Ben ki İstanbul olduğumu saklayarak yıllarca Clark Kent gibi yaşamışım... Yedi tepem belli olmasın diye, Dördüncü Murat gibi tebdil gezmişim...

Telefon kulübelerinde giyinip soyunmaktan belim tutulmuş, pelerin taşımaktan ayağıma kara sular inmiş...

Kâh Metropolis taklidi yapmışım, kâh İzmir gibi, Semerkant gibi takılmışım... Şimdi asıl kimliğimi dost düşman öğrendi. Mutlu musun?

***

Şaka bir yana, Galatasaray’ın en iyi devrinde okumadık biz. Mektebin hali şimdiki kadar parlak değildi. Hatta 12 Eylül sonrası marazların arada nüksettiği bir dönemdi.

Yine de orada güzel günler geçirdik.

En azından Çiçek Pasajı’nda rezil olmadan içmeyi, Bab Kafeterya’da kızlara rahatsız etmeden asılmayı, o zamanlar henüz Kieslowski filmleri falan göstermeyen Beyoğlu sinemalarında ilk cinsel bilgilerimizi öğrendik.

Trafiğe açıktı Beyoğlu. Kaldırımda fahişeler çalışırdı. Bunu gören rahmetli annem babama demiş ki: “Ömer... Biz bu çocuğu böyle nereye bıraktık!”

***

Hiçbir zaman çok çalışkan olmadım, evet. Genellikle hayatta kalmak için çaba harcadığımdan, çalışmaya pek halim kalmıyordu.

Haliyle, çift dikiş geçtim bazı sınıfları. Ama pişman değilim: O dikişler o kadar sağlam olmasa şimdiye çakal-çukalın elinde kalmıştım çoktan.

İdare edecek kadar bıçkın olmayı da bir şekilde öğrendik. Kendisini operada da pavyonda da “Fransız” hissetmeyen, garip bir model yarattılar bizden.

***

Kültür meselesine gelince: Yazar olacak kadar kitap devirdik çok şükür. Ama yine de diyemem kendime entelektüel.

Sadece Bernard-Henri Levy gibi konuşamadığım ya da Terry Eagleton gibi yazamadığım için değil. “Entelektüel” olmak için gereken donanımın en az üç kuşakta edinildiğini maalesef bildiğimden.

Yani sadece bizim kültürlü olmamız entelektüel sayılmaya yetmiyor. Dedemiz ve babamız da öyle olacak... Şu durumda babamla ikimiz treni kaçırdık ama oğlum isterse olabilir entelektüel. Sonuçta paşa gönlü bilir.

Ama benim kadar İstanbul olamaz tabii, o ayrı.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

"Dur ey zaman, ne güzelsin!"


Cumhuriyet, 14 Mayıs 2010

Şunları yazmışım geçen bahar başlarken:

“Oğlumla geçen yıl yaprak döküşünü izlediğimiz badem ağacı dün gece çiçeklenmiş. Fakat ne zaman anladı havanın ısındığını? Daha biz bile baharı idrak edememişken bu ne hız? Yoksa badem ağaçları hava durumunu mu izliyor?

Şaka bir yana, size dost tavsiyesi: Bu yazıyı okuduktan sonra daha kaç bahar göreceğinizi düşünün. Bu size önümüzdeki baharın değerini hatırlatır.

Baharın değerini bildik mi yerel seçimmiş, küresel krizmiş, siyasetçinin kaçması, köşe yazarının tırışkadan namesiymiş, fasa fiso kalır yanında.

Durmadan kurulup dağılan şu âlemde alacağımız bir nefestir çünkü. O da boş mudur dolu mu, takdiri size kalmış.

***

Oğlumla göreceğim kaç bahar var? On? Yirmi? Otuz?

Bundan sonra yıllar hızlandıkça hızlanacak. Günler yavaşlayacak. Ne demiş Cemal Süreya: “Yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısa.”

Allah kısmet ederse yine badem ağaçları çiçeklenirken, bahar rüzgârı badem gibi kızların saçını okşarken basıp gitmek isterim. Zaferleri, dostlukları, sevdaları, yazamadığım romanları alıp efendice helalleşmek. En ufak bir saygısızlık yapmadan, büyük bir ciddiyetle bakmak isterim ölümün gözlerine.

O zamana kadar da yaşadığım her bahar bana armağandır. Yaşayacağınız her bahar, hayattan size armağandır. Üstelik öyle değerlidir ki, yanında para yerlerde sürünür.”


***

Derken adına “güneş” dediğimiz, orta halli yıldızın etrafındaki bir turu daha tamamladı dünya. Kahkaha ve gözyaşıyla, ilan-ı harpler ve ilan-ı aşklarla. Şimdiyse, bir ara hiç bitmeyecekmiş gibi gelen kış çoktan uzaklarda kaldı ve yaza hazırlanıyoruz: Her yıl olduğu gibi.

Geçmişten bahsederken “nasıl da geçti zaman, hiç anlamadık” deriz ya, geçen zamanı anlamanın en iyi yolu bu arada olup bitenleri düşünmek aslında. Başımızdan geçenleri alt alta yazdığımızda çıkıyor ortaya, asıl manzarası zamanın.

Bilenler bilir, bir huyum vardır: Hayattaki hatalarımın altında ezilmektense onları akıl hocam yapmayı tercih ederim. Ne zaman kritik bir karar almam gerekse giderim eski hatalarımın meclisine, yol göstermelerini isterim. Böylece anlarım hayatın neresinde olduğumu, yürüdüğüm ve yürünecek yolları. Eski hatalarla yarenlik etmek güzeldir, herkese tavsiye ederim.

***

“Yaşayacağınız her bahar, hayattan size armağandır” demişim geçen yıl bu vakitler: “Üstelik öyle değerlidir ki, yanında para yerlerde sürünür.”

Şimdiyse eski yazlar yan yana dizilip gösteriyorlar bize, onca şeyden kalan külleri ve ateşleri: Neleri başarmışız, hangi hatalardan geçmişiz, bize iyilik ve kötülük yapanlar kimler... İşte hiçbir zaman şaşmayan, gerçek takvimi hayatın.

Badem ağacımızı gördükçe de, içimden Goethe gibi seslenmek geliyor: “Dur ey zaman, ne güzelsin!” diye.

13 Mayıs 2010 Perşembe

CHP'ye siyasetçiye benzemeyen bir lider gerek


Cumhuriyet, 12 Mayıs 2010

Deniz Baykal’ın “çekildiğine” inanmak zor ama gözler şimdiden yeni lider adayları üzerine çevrilmiş halde: Beklenmedik anda gelen bu büyük değişimi bir tahmin fırtınası takip edecek gibi. Herkes gönlünden başka bir CHP lideri geçirecek; bazıları üzüntüyle bazıları da sevinçle.

Türkiye’de lider karizması çok önemli. Bu yüzden “önemli olan lider değil, partinin politikalarıdır” falan diyemiyoruz. Tayyip Erdoğan’ın karizması olmasa AKP bugünleri görebilir miydi?

Tam da bu noktada, biraz nesnel davranıp Tayyip Erdoğan örneği üzerine düşünmeleri yararlı olabilir CHP’lilerin: Çünkü Erdoğan tüm doğruları ve yanlışlarıyla, dünyadaki yeni ve Deniz Baykal’ın kesinlikle dahil olmadığı bir liderler kuşağını temsil ediyor.

***

Nedir bu liderler kuşağının ortak özellikleri? Bir kere “siyasetçiye” benzememeleri. Siyasetçi gibi konuşmadan, gündelik dilin olanaklarını bir meddah kıvraklığıyla kullanarak iletişim kurmaları.

Bunun en parlak örneğini, Barack Obama’da görüyoruz. Obama’nın başarısındaki, özenle yazılan ve yepyeni bir belagat tarzına yaslanan konuşmalarının etkisini herhalde hiçbirimiz inkâr edemeyiz.

Benzer bir marifetin Tayyip Erdoğan’da olmadığına da en azından beni kimse ikna edemez. Halkla iletişim kurmadaki başarısında bunun payı büyük. Aynı şeyi Sarkozy, Berlusconi, hatta Putin gibi liderler için söylemek mümkün. Dünya siyasetinin yükselen yıldızı Nick Clegg ise bunun en genç kanıtı.

***

“Siyasetçiye benzemeyen” liderlerin halklardan teveccüh görmesinin en önemli nedeni, insanlığın günümüzde siyaset denen şeyden bıkıp usanmış olması. Bir lider klasik siyasetçi tipine ne kadar yakınsa o kadar görülmez, dinlenmez ve söylediklerine kulak asılmaz oluyor. Deniz Baykal’ın muzdarip olduğu da buydu aslında. Gerek personası, gerekse belagat tarzıyla siyasetçiye o kadar çok benziyordu ki, bu durum CHP’nin giderek muhafazakârlaşan politikalarıyla birleşince ortaya “muhalefette yıpranmak” gibi eşine az rastlanan bir durum çıktı.

Bu yüzden diyorum ki, günümüzde genç, farklı, karizmasını iletişim yeteneğiyle birleştirmiş ve “siyasetçiye benzemeyen” bir lider gerekiyor CHP’ye, Tayyip Erdoğan gibi bir isimle başedebilmeleri için. Başetmeyi gerçekten istiyorlarsa tabii.

11 Mayıs 2010 Salı

Pusular ülkesi


Cumhuriyet, 9 Mayıs 2010


Şu hayatta Deniz Baykal’ın temsil ettiği hiçbir şeyi anladığımı söyleyemem. Ulusalcı olmadığım için değil sadece: CHP onun yönetiminde muhafazakârlaşmış, AKP’nin “reformcu” ve “genç” görünmesine neden olmayı başarmıştır. Yeniliklere direnen, koltuğuna yapışmış, garip ve anlaşılmaz bir politikacıdır Deniz Baykal, benim de nazarımda.

Ama bütün bunlara rağmen, şerefli düelloları hak etmektedir Türkiye’nin bu kırk yıllık siyasetçisi. Adice bir pusuyu değil.

***

Çetin Altan demiştir ki bir yazısında “Türkiye’de duello kültürü yoktur, pusu kültürü vardır.”

Bu memlekette insanın en büyük özlemidir, şöyle delikanlı gibi, asaletle hesaplaşacağı hasımlara sahip olmak. Ama olmaz bir türlü. Siz adamın yüzüne eldivenle vurursunuz, o sizi bir tenhada arkanızdan zımbalayıverir.

Bu toprağın en esaslı çocuklarından Hrant’ı bu yüzden arkasından vurmuşlardır. Sabahattin Ali, bu yüzden kalleşçe vurulup öldürülmüştür. Nâzım Hikmet’i acı dolu bir mahpus yaşamına mahkum edenler, onunla duello edemeyecek zavallılar olmuştur hep.

Deniz Baykal’ın başına gelenler de, işte Çetin Altan’ın bahsettiği o ucuz “pusu” kültürünün uzantısından başka bir şey değil.

***

Şu dünyada Deniz Baykal’ı parti genel başkanlığından istifa ettirecek herhangi bir neden olabileceğini tabii ki sanmıyorum. Kendisi muhtemelen son ana kadar parti genel başkanlığı ve ebedi muhalefet koltuğunda oturmaya devam edecektir. Ayrıca, istifa ederse herhalde daha çok Tayyip Erdoğan üzülecektir, Baykal onun iktidarının teminatlarından biri olduğu için.

Ama koskoca ana muhalefet partisinin genel başkanına böyle bir pusuyu reva görmek, düşmanlarının özsaygıdan ne kadar yoksun olduğunu gösterir. Ancak kendisine saygısı olan, özgüven sahibi kişiler saygı duyabilirler hasımlarına.

İnsanın kaç karatlık olduğu, dostlarından çok düşmanlarına nasıl davrandığına bakarak anlaşılır.

***

“Türkiye’de pusu kültürü vardır” demiştir pirimiz Çetin Altan. Sahiden de hayatımız, haysiyetli hasımlar arayarak geçer. Arayarak ve bulamayarak.

Bu satırların CHP’yi asla anlayamayacak yazarı bile hasrettir, şöyle delikanlıca cenkleşebileceği, silahı fikirler olan birilerine. Ama hep pusular çıkar karşımıza çünkü artık milli sporlarımızdan birine dönüşmüştür, başkalarını bel altından vurmak.

Sonunda öyle bir gün gelir ki, kendinizi Deniz Baykal için samimiyetle üzülürken buluverirsiniz.

7 Mayıs 2010 Cuma

Eyyafyallayöküll ve Olimpos


Cumhuriyet, 7 Mayıs 2010

İzlanda’daki yanardağ nasıl 190 yıllık uykusundan uyanıp kıtayı birbirine kattıysa, bir başka uyuyan dev de Olimpos eteklerinde kımıldamaya başladı. Uyanan devin adı: Halk.

Komşuda IMF’nin dayattığı önlemlere karşı direniş sürerken, Yunanistan Komünist Partisi meşhur Parthenon tapınağına, “Avrupa halkları ayağa kalkın” yazan bir pankart asmış. Görünen o ki Yunan halkı direnmeye kararlı. Krizin faturasını yoksullara çıkaran reçeteye karşı, haklarını arıyorlar.

Sadece bu bile, sol düşüncenin öldüğünü söyleyen ve bunun propagandasını yapanlara güzel bir yanıt oluşturuyor: Dünyadaki adaletsizlikler bitmeden, sosyal adalet özleminin bitmesine olanak var mı?

Aynı zamanda, kendisini “sol” olarak tanımlayan siyasetçilere de muhalefet ekseninin nereye konması gerektiğine dair bir fikir veriyor Yunanistan olayları: Durulması gereken yer, Atina sokaklarındaki göstericilerin yanı.

Aynı zamanda çocuğunu okula nasıl göndereceğini kara kara düşünen Kartal’daki işçinin, Meksika’daki topraksız köylülerin, Britanya’da madencilerin, Macaristan çingenelerinin yanında olduğu takdirde solun anlam ve önemi var.

***

Geçen hafta, oğlumla “Astroboy” adında bir çizgi-filme gittik. Gelecek çağlardan birinde geçen filmde, zenginler yarattıkları bir suni uyduda, refah içerisinde yaşarken, ekolojisi bozulmuş ve hurdalığa dönüşmüş yeryüzünü yoksullara bırakmışlardı.

Beş yaşındaki oğlum, “Astroboy” sayesinde, “zenginlik” ve “yoksulluk” kavramlarıyla tanışmış oldu ve sordu beklenen soruyu: “Aşağıdakilerin yukarı çıkmasına imkân yok mu?”

“Var” dedim: “Ama bunun için önce aynı soruyu kendilerine sormaları gerek.”

“Aşağıdakilerin” bu soruyu sormak için sahip oldukları gereçler var; sol siyasi partiler mesela. Onlar bundan kaçındığı zaman sağın yoksullara umut gibi görünmesi mümkün oluyor ve adaletsizliğin kısır döngüsü sürüyor, Türkiye’de de, Yunanistan’da da...

***

“Avrupa Halkları Ayağa Kalkın” yazıyor, Parthenon tapınağındaki pankartta. Bu da bize yaşlı ve mücadele etmekten yorulmuş görünen Avrupa’nın içten içe kaynadığını gösteriyor.

Oysa sol siyaset hem Türkiye’de hem de dünyada hâlâ gerçek eksenini arıyor. Bu da populist sağ partilerin iktidar koltuklarına kurulmasına neden oluyor, ülkemizde yaşandığı gibi.

Sonuçta, Eyyafyallayöküll dağından sonra, Avrupa’yı sarsma sırası şimdi Olimpos’ta... Bakalım külleri nereye savrulacak.


.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

İki yalnız takım


Cumhuriyet, 3 Mayıs 2010

Bursaspor yalnız.

Medyaya bakıyorsunuz, sanki büyük takımlar kendi kendileriyle yarışıyor. Timsahlara sezon ortasında gösterilen ve biraz da merhamet kokan sempatiden eser kalmamış.

Haklı tabii medya: Bir İstanbul büyüğü şampiyon olacak ki gazeteler satılsın. Herkes ekmek derdinde.

Mesela Hürriyet, Fenerbahçe-Eskişehir maçını, tek bir Eskişehirli futbolcu resmi olmadan “görmeyi” başarmış. Haklı tabii Hürriyet: Eskişehirspor için kaç kişi gazete alır ki?

Hıncal Uluç dememiş miydi vaktiyle: “Türkiye’de bir takımın şampiyon olabilmesi için ülkenin her yerinde taraftar edinmesi gerekir” diye.

Her zamanki acı gerçekçiliğiyle moral bozsa da, Hıncal Uluç haklıydı tabii: Her yerde taraftarınız olacak ki medya size desteklesin. Medya size destekleyecek ki şampiyon olasınız. İki kere iki dört.

Bursaspor bu yüzden yalnız. Medyanın onu desteklemek gibi bir lüksü yok. Hatta şu okuduğunuz yazı bile bir yerde abesle iştigal.

***

Diyarbakırspor da yalnız.

Medyada oluşan algıya bakılırsa, takım haftalar önce küme düştü bile. Görünen o ki, uç siyasetlerin güç gösterisi sahasına dönüşmüş Diyarbakır stadı seneye bir alt kümenin maçlarına ev sahipliği yapacak.

PKK istiyor ki takım küme düşsün, şehrin ülkeyle entegrasyonunu sağlayan böyle bir kanal kalmasın.

Medyanınsa pek umurunda değil Diyarbakırspor. Katalanların Barcelona’sı değil ki, bizim Kürtlerin gariban takımı ne de olsa. Kavga dövüş olmazsa niye haber yapılsın?

***

Sezon boyunca aralarında yaşadıklarıyla hepimizi korkutan bu iki takımın el ele sürüklendikleri yalnızlık bence gayet manidar.

Ne yaşanırsa yaşansın, sonuçta yolunu bulan güçlüler ve egemenler oluyor yine: Zenginler şampiyonluğa koşuyor, büyük medya kendisini onları destemek zorunda hissediyor, Anadolu’nun iki ucundaki iki kulüpse ayrı ayrı yollarda, aynı yalnızlığa terk ediliyor.

Sonuçta kavga edip birbirinin kalbini kırdığıyla kalıyor, güçlü ve zengin olmayanlar.

İşte size yarın öbür gün ellerinde silahlarla bir dağ karakolunda karşı karşıya gelecek Bursa’lı Mehmet’le Diyarbakırlı Memo’nun ortak yalnızlığının sportif bir özeti. Her yönüyle sınıfsal, dolayısıyla solun gündemi olması gereken bir özet.

Ey Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı dostlar... O çocuklar her hafta stadyumlardaki localarına kurulup viskilerini yudumlayanların aklına geliyor mu sizce?