23 Mart 2010 Salı

Kaçkın


Oydu: Çözmek gibiydi
evrendeki yalınlığı. Esirgeyen
sözdü, bağışlanmış bir tanrı.
İstedi mi anlıyordu çiğnediğimiz
lokmadan, yoksulluğumuzdan yudumlar
koparıyordu. Boş verir sandık önce,
oysa baktı durdu hep: Bir taşa, bir ota,
koydukları liraya kanlı, öbür avcundaki.
Alıp vermek yoktu onda, ölüm de,
kış da yoktu. Kavgamızda değildi çoktan;
kaçarak, susarak ya da yenilmeyerek.

Ona can veren düne, yazgıya
şaşıyorduk: Neredeydi gözlerinden
damlalarla inen yol, yolu gözleyen
ağaç, ağacı sürdüren güz? Çaresiz
anlıyorduk yetmediğimizi göğe,
her günkü giysimizde renk olup olmadığını.
Belleğe gömülü nice umut varsa
vurdu böylece yüze, ölü balıklar gibi.
Alıcı kuşları havalandı gerçeğin;
sürmesine sürdüğümüz, yaban
yaşama doğru.

-2000, Filibe

13 Mart 2010 Cumartesi

Kış



Sormadı kimse; neden
mevsimlerden en çok kışı,
ve gençken bir nakkaşı
sevdiğini henüz. Kimse
sormak için rastlamadı.
Eğer, rastgele bir yabancı,
barış, dostluk, belki de
kopkoyu bir dürüstlük adına
eksilttiğini toplarken
zeytin ağacından, bir kış sabahı
üşüyen ellerini ısıtıp tanışsaydı,
kar, Dostoyevski ve önümüzdeki
yaz üzerine konuşabilir,
hatta sevişebilirdi, ayrıcalıklı.

-Kasım 1995, Filibe

9 Mart 2010 Salı

Yüzün geri döndüğünde


İşte uzun bir sevgi, asıl anlatan seni;
Bir yara izinden saklanarak
Resme döndüğün günler.

Tül boyadığın, incelediğin avuçlarını,
Bence silinmemiş de, yazgına sürdüğün şey.
Bakışlarını hep bir kırmızılığın ucunda,
Üzüncü andıran bir yol, bir bahçenin gölgesi,
Yüzün geri döndüğünde
Göğü dalgalandıran o esinti,
Kumaşlar arasında, yalnızlığa sarkarak
Uykunu kurtaracak bir düşü beklediğin.

Aynı gözlerden var şimdi ikimizde de.
İnsanı resme başlatan yalnızlığın bir sonrası.
Kadife bir kapı açan anımsayıp her yaraya,
O soylu alıntıya tüm yüzünü uyduran.
İşte uzun bir yalan, üzünce atan seni,
İşte en küçük bir sonsuz,
Seni haklı çıkaracak.

-Mayıs 2000, Filibe

4 Mart 2010 Perşembe

Otomobil risalesi


Kaldırımları vahşice işgal etmiş galerilere bakarak düşünüyorum: Araçların yabancılaşarak amaca dönüşmesine günümüzde verilecek en somut örnek, herhalde otomobildir. İnsanoğlu onu zamanında hayatını kolaylaştıracak bir araç olsun diye icat etmiş. Sonra da kendi yarattığı bu tanrıdan o kadar etkilenmiş ki, ona tapmaya başlamış.

Hal böyle olunca, büyük şehirlerin yaşam alanları da insanlara değil arabalara göre biçimleniyor. Mahalle arsaları insanların nefes alabilecekleri yeşil alanlara değil otoparka dönüştürülüyor mesela. Eğer mahallede arsa yoksa, evlerden bir ikisi yakılarak gerekli alan sağlanıyor otoparklara.

Bunları gördükçe, otomobillerin canlı ve bilinçli varlıklar olduklarından kuşkulanıyorum. Belki de “Matrix” filmindeki makineler gibi, bize hükmediyorlar aslında. Bizler de artık onların çöplüğüne dönüşmüş bu dünyada birer sığıntı gibi yaşayıp gidiyoruz. Hindistan’daki inekler gibi bir kutsallığı var otomobillerin.

Yaşamamıza izin verdikleri için minnet borçluyuz otomobillere: Çünkü aslında karşıdan karşıya geçmeye çalışırken imha edilmemiz işten bile değil. Üstelik böyle durumlarda cezayı onlar değil sürücüleri alıyor. Oysa o insanlar otomobilin hipnotize edip mideye indirdiği birer kurban sadece. Bakmayın direksiyonda olduklarına, asıl otomobiller onları istedikleri yere götürüyor.

2 Mart 2010 Salı

İnsanlar dörde ayrılır


John, Paul, George ve Ringo.

Ebeveyni 68 kuşağından olan birçok çocuk gibi, ben de The Beatles şarkılarına maruz kalarak büyüdüm.

Bildim bileli etrafımda onların plakları çalınır. Bir gün bile düşünmedim 'Bana ne kardeşim İngiliz'in müziğinden?' diye.

Lisede iki sınıf küçüğüm olan kıza kur yapıp red mi edildim? Takarım hemen walkman'imi kulağıma, koyarım yakışıklı bir Beatles kaseti, sigaramdan bir nefes çekip açılırım yatakhane penceresinden ışıl ışıl görünen Haliç manzarasına doğru.

Zamanla, çoğu Beatles şarkısının bende anısı oldu. Sonra da sırf o anıları hatırlamak için tekrar tekrar dinledim durdum. Hayatımın 'film müziğini' hep onlar çaldı yani.

Herhalde bu yüzden, hayata dair teorilerimden birini de onlardan yola çıkarak kurmuşum, ergenlik yıllarımda.

Bu muhteşem teoriye göre, insanlar dörde ayrılıyor.

John'lar, Paul'ler, George'lar ve Ringo'lar.

1-John'lar:

En klasik anlamıyla, "lider ruhlu" insanlar. Sayıları giderek azalıyor. Nerede fırlama, kafası aykırı çalışan bir adam görsem aklıma hemen John Lennon gelir. Yaşlılar onlara 'dalgacı kerata' der. Yaşıtları onları bazen çok sever, bazen de yanlarında mahcup olurlar. Bunların sağı solu belli olmaz çünkü. Olmadık yerde olmadık bir laf edebilirler. Ofislerden ceketini alıp gidenler, okullarda öğretmenlerle takışanlar genellikle John'lardır. Yeteneklidirler. Yetenekleri volkan gibi kaynayarak patlayacak yer arar. Bu yüzden, en sıkı 'loser'lar da hep bu gruptan çıkar. O kadar hesapsız, o kadar şeffaftırlar ki, kaybeden olmayı da göze almış görünürler. Belki de dünyamız kıymeti bilinmemiş John'larla doludur. O volkan gibi kaynayan yetenekleri fışkıracak yer bulamamıştır çünkü. O zaman da içten içe yanar, yavaş yavaş erirler. Riskli bir iştir John olmak. Çünkü kanatları o kadar büyüktür ki, ayaklarına dolanır bazen. Yürümelerini engeller. Meşhur "Imagine" onların milli marşıdır.

2- Paul'ler:

Başarı için yaratılmış tiplerdir. Hem yetenekli hem de hesapçıdırlar. Aynı anda hem yaratıcı hem de satranç oyuncusu olabilirler. Bu özellikleri sayesinde sırtları yere gelmez. Hırsla çalışıp herkesten çok kazananlar, iki güzel sözle bizi ikna edenler, şeytan tüyü sahipleri, en çalışkan kızı tavlayıp dönem ödevlerini ona yaptıranlar tabii ki Paul kategorisine girer. Bazen onlara kızarsınız. Yine de seversiniz ama. Zaten dünya tarihine adını yazdırmış kişilerin çoğunda az ya da çok Paul'lük vardır. Hatta 'adlarını tarihe yazdırma' konusunda uzmanlaşmış bile sayılırlar. Allah'ın şanslı kullarıdır onlar. Milli marşları, o muhteşem "Hey Jude" şarkısıdır.

3- George'lar:

Şu dünyada kıymeti yeterince bilinmemiş ne kadar yetenek varsa hepsini George başlığı altında toplayabiliriz. Nedense hep bir şeylerin gölgesinde kalırlar. Bazen en küçük kardeş olur onlar, fikirleri sorulmaz. Bazen okul takımının sessiz ve istikrarlı oyuncusudurlar. Bazen de sevilen ama az uğranan bir komşu kılığına girerler. Üstelik bunu kendileri istemiştir. İçe dönük, gösteriyi sevmeyen ama işini iyi yapan insanlardır. Bir George'la tanıştığınız an ona hayatınız boyunca güvenebileceğinizi hissedersiniz. Varlıkları fazla hissedilmez George'ların. Ama yoklukları hemen hissedilir. Onların da milli marşı, "Something" adlı güzelliktir.

4- Ringo'lar:

Kendileriyle barışık insanlar. Her ortama uyum sağlayan, sohbetiyle etrafı eğlendiren, enerji dolu arkadaşlarımız... Dışarıdan bakınca bir trajedileri ya da bir derinlikleri yokmuş gibi görünür. Belki de gerçekten yoktur, asla bilemezsiniz. Onlar öyle güzeldir ama. Onları biz öyle severiz. Bu Ringo milletinde her durumu tamamlayan, her güzelliğin üstüne kuş konduran esrarengiz bir şey vardır. Kendi başlarına bir şey ifade etmeseler de topluluk içinde sağlam bir yerleri olur. O neşeli "I Wanna Be Your Man" de onların milli marşıdır işte.

Sonuç:


Dediğim gibi, bu bir ergenlik teorisi. Ergenlikte insanları üçe beşe ayırmaya pek meraklı oluyoruz. Oysa hepimizin içinde dördünden de parçalar var galiba. Tabii oranlar kişiden kişiye değişiyor. Bazımızda John ile Ringo yan yana yaşıyor mesela, bazımızda George ile Paul... Belki de bu yüzden herkes The Beatles'ın şarkılarında kendinden bir şeyler bulabiliyor hâlâ. Şarkıları bugün bile Amerika’dan Türkiye'ye, Hindistan'dan Japonya'ya, gezegenin her yerinde yeniden yorumlanıyor. Demek ki her yerde John'lar, Paul'ler, George'lar ve Ringo'lar var. Adları farklı da olsa.